KONUĞUMUZ VAR
HAVADA BULUT YOK BU NE DUMANDIR.
Özer Ergül
Evliya Çelebi İlköğretim Okulu Müdür Yardımcısı
Güz mevsiminin ilk ayının son günüydü. Hava güneşli ama kuzeyden hafif hafif esen rüzgarın beni üşüttüğünü hissediyordum. Yedi sekiz kilometre sonra ilk görev yerim olan köyüme varacaktım. Öğretmenlik mesleğinin verdiği o ilk coşkuyla, hızlı adımlarla öylesine yürüyordum ki uçsuz bucaksız sararmış topraklardaki her canlı bana tempo tutmuş gibiydi. Göçmeye hazırlanan kuşlar, buldukları son yiyeceklerini yuvalarına taşıyan karıncalar ve her türlü böbür böcek “Anlımızda bilgilerden bir çelenk” dizelerini okuyorlardı sanki bana.
Dağlar bomboştu ve her tepenin başında iri ufaklı ak ve kara bulutlar vardı. Gökyüzü alabildiğine yükselmiş, güneşte son gayreti ile yeryüzünü ısıtmaya çalışıyordu.
Coşkulu duygularla köyüme vardım. Yüksek dağ ve tepelerin kıyısında kurulmuş küçük bir köydü. İnsanlarla selamlaşıp okuluma gittim. İki derslikli bir okul ve iki öğretmendik. Ben dört ve beşinci sınıfları okutacaktım.
Canla başla çalıştım bu ilk okulumda. Öğrencilerimin hepsini çok seviyordum. Köyümü, insanlarını çok seviyordum. Her derste olduğu gibi müzik dersi de neşeyle işlenirdi. Zil çalıp da sınıfa girdiğimde Hasan’ın parmağını hep havada görürdüm. Öğrenciler: “Öğretmenim Hasan çok güzel türkü söyler” derlerdi. Bende onları kırmaz Hasan’a her müzik dersinde türkü söyletirdim.
Hasan ince yapılı, esmer, kavruk bir çocuktu. Arkadaşları ve çevresiyle iyi geçinir, onlara hep yardım etmek isterdi. Babası beş yıl önce ölmüş, anası ve bide küçük kız kardeşi vardı. Az üzüntülü oldu mu bulunduğu bir taşın üzerine oturur, “Havada bulut yok bu ne dumandır” türküsünü söylerdi. Bu türküyü o kadar duygulu ve içten söylerdi ki, her dinlediğimde içime bir gariplik çökerdi.
Bir kış öğrencilerimin sıcak ve sevecen ortamlarında geçti. Onlara çok şey öğrettim ve çok şey öğrendim onlardan. Okulun son günlerine yaklaşmıştık. Bahar tüm canlılığı ile etrafa çökmüştü. Dağ taş zümrüt gibi yeşillenmeye başlamıştı. Okulla karşısındaki dağ arasından küçük bir dere akıyordu. Hasan derenin öteki yakasındaki yamaca iki öküzünü otlatıyordu.
Her zaman olduğu gibi dağların başında ak ve kara bulutlar vardı. Bir an gözüm Hasan’ın bulunduğu dağın tepesine takıldı. Kara ve ak bulutların gölgesinde kaybolmuştu. Bulutun karanlık gölgesi sadece dağı kaplamıştı. Öküzlerin biri otluyor, diğeri düz bir yer bulup yatıyordu. Hasan’da öküzün sırtını dayamış, kara bulutlara bakarak “Havada bulut yok bu ne dumandır” türküsünü söylüyordu.
Aniden şimşekler parladı kara buluttan. Ardından kulakları sağır edicisine bir gürültü koptu. Hasan’ın sesi hala duyuluyordu. “Mahallede ölen yok bu ne şivan” dizesini söylüyorken iki kara buluttan bir toprak ışık yayıldı. Dağ ak pak oldu sanki. Ardından daha güçlü bir gürültü duyuldu.
Okulun duvarına sıperlenip Hasan’ın olduğu yöne baktım. Güneş dağları yalayıp geçiyordu. Oysa Hasan’ın bulunduğu dağ kapkaranlıktı. Aniden dere yatağına koşmaya başladım. Toz dumanın içinden bir öküzün bağırarak köye koştuğunu gördüm. Arkamdan köylüler; “ah vah yıldırım vurdu garibi” diyerek geliyorlardı. Bir solukta dereyi geçtim. İri iri doluyla birlikte yağmur da yağıyordu. Yağış kısa sürdü.
Yamaca yöneldiğimde diğer öküzü gördüm. Uzun uzanmış, gözleri yuvalarından fırlamıştı sanki. Kapkara kesilmiş ve hırıltılı sesler çıkarıyordu ağzından. Etrafa baktım. Hasan’ı arıyordum. Bir iki kez “Hasan!… Hasan!…” diye bağırdım. Yanıt duymuş, kara bulut dağılmaya başlamıştı.
Öğlen güneşi yavaş yavaş ortalığı aydınlattı. Aniden bir çukura düştüm. Taş ve topraklar etrafa saçılmıştı. Az ötede Hasan’ı gördüm. Yanı başı uyuyor gibiydi. Yanına koştum. Eğilip sardım ona. Kapkara kesilmişti, vücudu parça parça olmuştu. Yüzüne baktım. Kavruk yüzü kapkaraydı ve nefes almıyordu. Evet Hasan ölmüştü. Kucağıma aldım körpecik bedenini. Bağırma bastı ve ağlaşmaya başladılar. Evet bir şivan kopmuştu dağlar yamacında. Hasan’ı o kara buluttan kopan yıldırım öldürmüştü.
Ne zaman o yörelerden geçsem, dağları aşılayan kulağıma gelen hep “havada bulut yok bu ne dumandır. Mahallede ölen yok bu ne şivandır.”