Bundan 62 yıl önce, bir Haziran sabahı, mavi gözlü bir devin kalbi sürgün olduğu ülkede durdu. Türk edebiyatının en büyük ustalarından biri olan Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963’te Moskova’da yaşama veda etti. Doğduğu topraklara dönemedi. Mezarı hâlâ yabancı bir şehirde, Novodeviçi Mezarlığı’nda. Ama onun dizeleri memleket toprağında, halkın kalbinde, genç kuşakların vicdanında yaşamaya devam ediyor.
Çocukluğundan Direnişe: Nazım’ın Hikâyesi
Nazım Hikmet Ran, 1902 yılında Selanik’te doğdu. İlk şiirini daha 11 yaşındayken yazdı: Feryad-ı Vatan. Bahriye Mektebi’ni bitirdi ancak sağlık sorunları nedeniyle askerliği bırakmak zorunda kaldı. Genç yaşta yazmaya başladığı şiirlerinde vatan sevgisi ve halkın sesi hep ön plandaydı.
İstanbul’un işgal altında olduğu yıllarda yazdığı coşkulu dizelerle öne çıktı. “Sanat sanat için değildir,” diyerek duruşunu netleştirdi ve ömrü boyunca “toplum için sanat”ı savundu. 1921’de Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Anadolu’ya geçti, ardından Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde okudu. Dönemin ruhunu, devrimin heyecanını, halkın özlemlerini ve acılarını şiirlerine taşıdı.
Mapuslar, Sürgünler ve Şiirle Direniş
Nazım Hikmet’in yaşamı boyunca kalemi susturulmak istendi. Fikirleri yüzünden defalarca yargılandı, tutuklandı, hapislerde çürütüldü. Yıllarca Bursa, İstanbul, Çankırı cezaevlerinde kaldı. 1938’de, “donanmayı isyana teşvik” suçlamasıyla tam 28 yıl 4 ay hapse mahkûm edildi.
Ama o yılmadı. Zindanda, halkına ve özgürlüğe dair en büyük eserlerinden birini kaleme aldı: Memleketimden İnsan Manzaraları. Onun direnişi en çok şu dizelerinde yankı buldu:
“Ben yanmasam,
sen yanmasan,
biz yanmasak,
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”
Nazım’ın cezaevindeki yalnızlığı, yurtsuzluğu ve aşkları, onun şiirinde sarsıcı bir lirizme dönüştü.
Sürgünde Bir Şair, Memlekete Hasret
1950’de çıkan af yasasıyla serbest kaldı, ancak askere alınacağını öğrenince öldürülme korkusuyla ülkesinden ayrıldı. 25 Temmuz 1951’de Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Hayatının son 12 yılı Sovyetler Birliği’nde, sürgünde geçti.
Gurbette yaşamanın ağırlığını, memleket özlemini şu dizelerle dile getirdi:
“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman…
Beni o limana çıkaramazsın.”
Vasiyetinde, dostlarına şöyle seslendi:
“Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.”
Ama bu vasiyet gerçekleşmedi. Yurdundan uzakta toprağa verildi.
Edebiyatın ve Direnişin Evrensel Sesi
Nazım Hikmet, yalnızca Türk edebiyatı için değil, dünya edebiyatı için de çok özel bir yere sahiptir. Şiirleri 50’den fazla dile çevrildi. 1950’de Dünya Barış Ödülüne layık görüldü. 2002 yılı, UNESCO tarafından “Nazım Hikmet Yılı” ilan edildi. Onun dizeleri, yalnız bir çağın değil, tüm çağların vicdanı oldu.
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…”
Bu dizeler, yalnızca onun ideallerini değil, geleceğe olan inancını da taşır.
Haziranda Ölmek Zor
Nazım Hikmet 1963’te, kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yumdu. Ancak ölüm onu susturamadı. Çünkü o, kalemini halkı için oynatmış, acıyı da umudu da dizelere dönüştürmüştü.
“Güzel günler göreceğiz çocuklar
Güneşli günler…”
Bugün, Nazım Hikmet’in 62. ölüm yıldönümünde onu bir kez daha şiirle, hasretle ve umutla anıyoruz. Çünkü o hâlâ yaşıyor. Çünkü o bir hayale dönüştü: özgürlük hayaline.
Bundan 62 yıl önce bir Haziran sabahı, mavi gözlü bir devin yüreği uzak bir diyarda susuverdi. Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963’te Moskova’da sürgünde hayata veda etti; ancak ardında bıraktığı dizelerde hâlâ yaşamaya devam ediyor. Aradan geçen on yıllara rağmen onun şiirleri, okurlarının yüreğinde özgürlük ve kardeşlik ateşini yakmaya devam ediyor. Onu anarken, yaşamı boyunca verdiği mücadeleyi, sürgün yıllarının sızısını ve insanlığa dair umutlarını dizelerinde nasıl ölümsüzleştirdiğini bir kez daha hissediyoruz.