CUMHURİYETİMİZİN 101. YILI KUTLU OLSUN!

Ayşen Şahin / Evrensel Gazetesi

Birçok travmadan geçtiğimiz, başımıza daha ne gelebilir ki dediğimiz ve geleceklere ihtimal veremediğimiz zamanlardan sene 2009.

Hiç tanımadığım, hiç tanışmadığım Sosyolog Dicle Koğacıoğlu, 6 Ekim 2009’da Boğaziçi Köprüsü’nden kendini bıraktı.

Geride kalan notunda “Çok acı var dayanamıyorum. Lütfen beni affedin ve kendinizi üzmeyin, siz elinizden geleni yaptınız. Çok özür dilerim. Çok çaresizim, özür dilerim. Lütfen Çıt Çıt’a iyi bakın. Ve paramı, her şeyimi hayvanlara bağışlayın…” yazıyordu.

Toplumsal cinsiyet eşitliği çalışıyor, namus kavramını işliyordu. Dinledikleriyle, karşılaştıklarıyla, kadın hikayeleriyle yükü ağırdı. 

2013’ün 1 Haziran’ında, insanlar Gezi Parkı için Boğaziçi Köprüsü’ne yürürken ilk aklıma gelen insandı: Yalnız bugünü görebilmek için bile yaşamaya değermiş işte dedim kendime, bir daha ‘ah’landım Dicle Hoca ardından.

2009’dan bu yana, rejim değişti, faşist rüzgar her yerde sert esiyor, sevdiğimiz çok insanı kaybettik, çok insanımız tutsak, haklarımızdan geride pek az şey kaldı, belirsizlik tavan. Geleceği öngörmek zor, plansızlık sirayet etti hayatlarımıza, her güne yeni bir teselli arayışı ve her güne yeni bir felaketle uyanmak…

Ama işte şu ahir ömürde bir kere yaşadık öyle yazı, insanın aklından çıkmaz izi.

Yaşı 20’yi geçen neredeyse herkesin var bir anısı, hatırası.

Meydanı gaza boğmuşlar, burnumuza bağlamışız birer yemeni, gözün gördüğü ilk yere koşuyoruz biner biner.

Bir baktım Kazancı’dan iniyorum koşar adım aşağı, aklıma geldi ’77’nin 1 Mayıs’ı.

Kalabalığız, sis içinde, gaz içinde, nereye aktığımızı görmeden salmışız kendimizi. Dedim olacaksa da olacak, başa gelecekse gelecek, öyle bir rahatlama geldi kabullenmeyle beraber. Tam o sıra, orta yaşın hayli üzerinde bir adam düştü önümde, hızlandım girdim sağ koluna, sol koluna başka bir kadın yetişti. Çocukken bizi uçtu uçtu yaptıkları gibi, ayağını yerden kesip yokuşun bittiği yerde elinde Talcid’li şişelerle bizi karşılayan kafeye kadar götürüverdik.

Yemenileri açınca yüzümüzden, kadınla göz göze geldik. Daha bir hafta önce bir plaza katında toplantıda idik. İsmimizin sonuna hanım kelimesi ekleyerek hitap ediyorduk birbirimize, resmiydik. Ben emeğimizin hakkını bütçeliyordum, o patronu adına bizimle pazarlık ediyordu. Excelde bütçeler, yıllık satış stratejileri konuşuyorduk. Oysa şimdi Kazancı’nın tarihini bile bile, aynı yokuşta kimse ezilmesin diye ufacık boylarımıza aniden yüklenen güçle, koca bir adamı bayır aşağı uçurabiliyorduk. Ne titrler kaldı ne resmiyet, birbirimizi görünce hiç söze ihtiyaç duymadan kocaman sarıldık.

Bir daha da bunca sevemedim yaptığım işi.

Gezi’nin ağaçlarında hamaklar, ortada dönen bir halay, kütüphanesinden kitap seçenler ve ücretsiz kantin, coşkuyla konuşanlar, mutlulukla tanışanlar derken bir anda bir ses: Yangın var. Nasıl olduysa sadece bir dakika içinde havuzdan yangına doğru uzun ve çift sıra bir insan zinciri oldu. İki kovanın ele geliş arası zaman on saniyeyi geçmedi. Yangının çıkması, insanların zinciri, kovaların bulunması, yangının sönmesi toplamı belki yirmi dakikadır.

Bir daha da görmedim can yanmadan, mal gocunmadan sönüveren yangını.

İnsan seli bir aşağı bir yukarı dalga dalga akıyor, Gümüşsuyu bir başka, Maçka’ya inen yol ayrı, Harbiye’ye çıkan ayrı. Meydan hıncahınç dolu, İstiklal ne yapıyor acaba diye bir merak sardı. Güneş tepemizde, ağaçların gölgesine sığınmışız, çıplak ayaklarımızı çimenlere basmışız, çantalar bir başka ağacın gölgesinde. Giydik pabuçlarımızı şöyle bir yürüyüvermeye diye. İstiklal coşkulu, kalabalık, hayat oluk oluk akıyordu. Sair gün kimsenin aklına gelmez hani o gün canım birden zerde çekti. Bulduk bir yer arkadaşımla, kaşık salladık güler yüzle zerde tabağına. Ceplerimizden biraz para çıktı, gerisi esnaf ikramı. Biz yanımıza almamıştık ki çantalarımızı. 

Yüzlerce metre uzakta, insan seli arasında, öylece bırakmıştık bir ağaç dibine. Acele etmeden salına salına döndük geriye. Duruyordu çantalar, dokunulmamışlar.

Bir daha da öyle güvenle dağılmadım insan içinde ve bir daha hiç canım çekmedi zerde merde.

Berkin’imizin cenazesinde, Okmeydanı’da insan selinin bir ucu, bir kolu Piyalepaşa’da, Şişli’ye giden her sokakta akın akın.

Bir iş merkezini kaplamışlar şeffaf bir malzeme ile, malumların görselleri var seçime yönelik kampanyasıyla, söylemiyle. Pencereler açılmıyor.

Bir el uzandı camdan, falçata ile açtı pencerelerin önünü, alkışlarla camlara doluştu çalışanlar. 

Bir inşaat üzerinde yine katlar boyunca betona asılmış bir reklam afişi, iyi kumaştan dalga dalga. İnşaat işçilerinin zıgıtlarıyla koparıldı iplerinden, kaybedecek ne kalmıştı ki hepimiz için geride?

Bir hastanenin önünden geçiyorduk, içerideki anons dışarıdan bile duyuluyordu, tüm sağlık görevlilerini işlerinin başına dönmeye çağırıyordu. Anons çağırdıkça içeriden dışarıya beyaz önlüklü, yeşil önlüklü, mavi önlüklü, pembe önlüklü, hekimler, hemşireler, hastabakıcılar, kat görevlileri akıyordu.

Selam duruyorlardı alkışlarıyla; anons artlarında, halk önlerinde.

Bir daha da öyle acı yaşatmasın hayat diliyordum. Ne çok sevdicek koyduk toprağa ellerimizle.

Hep bambaşka servis ettiler Gezi’yi kendi medyalarında. Herkesin iyilikte birleştiği, ses ile rahatsızlık vermemek için forumlarda alkış yerine el sallandığı, tanımadığı insanları kurtarmak için birilerinin kendini TOMA’ların, gazın önüne attığı, lokmayı paylaşmadan yemenin ayıp sayıldığı, doğanın baş üzeri edildiği, sokak hayvanlarının cenneti yaşadığı, uzansak özgürlüğe dokunacak gibi hissettiğimiz, kapitalizmin kirli taşlarının üzerine basıp geçtiğimiz, herkesin güleç, dinlemeye hazır, konuşmaya istekli, coşkusu kuşanık halini görmek istemediler, görmeyi geçtim cezaya tabi kıldılar. 

Benim için Gezi’nin özeti parkta tanıştığım bir sokak çocuğunun sözleriydi; “Abla hemen bitmez, yarına herkes gitmez di mi? Dün hayatımda ilk kez üzerimde pike, kafamda yastık, karnım tok, deliksiz uyudum parkta.”

Biz de bir daha görmedik gülümseyerek uykuya dalmayı.

Güzel olan her şeyi kabusa çevirmeye ant içmişlerin elinde, akıl almaz bir cezaya çevrildi Gezi.

Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Mine Özerden hâlâ ödüyorlar en güzel günlerimizin bedelini, gözlerini yitirenler bir ömür taşıyacak bedenlerinde Gezi’nin izlerini, kaybettiğimiz canlarımızın geride kalan sevdikleri için o ağaçların nesillerce daha Gezi’de yaşaması gerekli. 

İnsanın psikolojisiyle oynamanın türlü yolu var. Ama ne yapsan, en güzel günleri silemezsin hafızadan. İçine zehir de katsan, acılarla da yoğursan ne yaşadığımızı biz biliyoruz. Gezi’deydik.

Bir kere maraton koştum, insanın etleri kemiğinden ayrılır gibi bir acı oluyor idmansızsan, ciğerin ağzına geliyor, kulaklarına sanki birileri yumruk savuruyor. Yanıyorsun için için, ardında kendinden et parçaları düşüyor gibi bir hisse kapılıyor insan. Ali İsmail Korkmaz’ın düşleri için Emel Anne ilk kez Boğaziçi Köprüsü’nü maratonda koşarken, yüzünde o fiziksel acıyı görüyordum. Aralarda slogandan öte bir tonla haykırıyordu: Ali İsmail Korkmaz

Analar bilir evladın adını haykırmanın ne olduğunu. Onun adıyla burs verip güzel, aydınlık çocuklar yetiştirerek hayata tutunmanın ne kadar ağır bir emek olduğunu. Onda gördüm, acılara dayanmanın yolunu.

Şimdilerde hayat bize sonsuz keder, kaygı, yoksunluktan öte pek de bir şey vadetmez oldu.

Gezi’den bu yana şu hayata isyan birse bin oldu. Yaşatılan travmalar buradan aya yol oldu.

Dicle Hoca hep aklımda. Ölsek ölünürdü, bazılarımıza ölmekten beterdi çektirilenler. Lakin öyle bir günün ihtimaline tutunarak direniyoruz işte.

Kolay olduğuna değil, her gün daha da zorlaşmasına rağmen, bugünü görmek için yaşadım bunca zaman diyebilmek adına.

Sonu belirsiz bir maratonda, etlerimiz lime lime asfaltlara dökülür gibi bir acıyla koşadururken, bir kez daha: Gezi onurumuzdur, Gezi aydınlıktır, Gezi direniştir, direniyoruz hâlâ.

Kimse dokunamaz haklılığımıza.

Gezi 12 yaşında!

* Evrensel Gazetesi Yazarı Ayşen Şahin’in, 31 Mayıs 2025 tarihli yazısını yayınlıyoruz.


Exit mobile version