Çağdaş Tuzla Gazetesi / Halil Özen
Sevgiyle özlemle anıyoruz.
Hicran’ın ölüm haberini Gazete Duvar’dan arkadaşım Sadık Güleç’den aldım. Hicran’la en son O, Yurt ve Aydınlık gazetelerinde çalışırken görüşüyorduk. Sonrasında irtibatımız kesildi. Ben de kendi derdime düştüğümden, dış dünyayla bağımı tümden koparmıştım. Bir kaç ay önce Çağdaş Tuzlayı yeniden yayınlama kararı verdiğimizde, Hicran’a ulaşmaya çalışmış ama ulaşamamıştım. Ne telefon ne de mail adresleri üzerinden…
Hicran’ın ölüm haberi derinden üzdü beni. Henüz çok gençti. Ve arkasında bıraktığı kızı VEDA vardı. Yüzü, ailesinden yana zaten hiç gülmemişti. Şimdi de kızını arkada bırakıp hepimizle vedalaşıyordu.
2007 yılıydı. Tersanelerdeki iş cinayetlerinin katliama dönüştüğü günlerdi. Patronların gözünü kar hırsı bürümüş, 18. yüzyıl vahşi kapitalizminin çalışma şartları işçilere dayatılmıştı. O koşullarda çalışmaya zorlanıyorlardı.
Taşeronlar, memleketlerinden getirdikleri hemşerilerini tersane sektörüne sürüyorlar; onları acımasızca sömürerek ilkel sermaye birikimlerini gerçekleştiriyorlardı. İş kazaları sıradanlaşmış; kaza ya da ölüm olmadan bir gün bile geçmez olmuştu.
Tersane patronları, bu durum normalmiş gibi davranıyor; ‘bu işin doğasında ölüm var’ diye kendilerini savunuyorlardı. Ama, Avrupa ülkelerindeki , hatta yanı başlarındaki Pendik Askeri Tersanesi’nde neden ölümlü kaza olmadığını açıklayamıyorlardı.
Öyle ki, sanırım Koç ailesine ait tersanelerden biri, dış kapısına numaratör koymuştu. Kazasız geçen her gün bir sayı ilerliyordu. ‘Bu tersanede 60 gündür ölümlü kaza olmuyor’ diye, hatta fotoğrafını bile çekmiştim.
Tersanelerde bir avuç insan bu ölümlerin önüne geçebilmek; insanca çalışma koşulları sağlayabilmek için çırpınıyordu. Limter- İş işçiler arasında örgütlenip yetki almaya çalışıyor; tersane işçileri çıkardıkları Baret gazetesi ile seslerini duyurmaya çabalıyordu.
Biz de Çağdaş Tuzla gazetesi olarak onların haberlerini yapıyorduk. Ölümleri haber yapıyorduk. Tersane işçilerinin çalışma, barınma koşullarını yazıyorduk. Mahalle içlerinde kurulmuş, halkı canından bezdiren tersaneleri anlatıyorduk. CHP’li ilçe başkanı Hasan Uzunyayla‘nın tersane patronları ile işbirliğini ; AKP’li belediye meclis üyesi tersanecilerin taşeronluğunu yaparak CHP’yi, hem AKP’ye hem de tersane patronlarına karşı muhalefet edemez duruma getirdiğini yazıyorduk. Elimizden başka bir şey de gelmiyordu. Her yer kapı duvar. Herkes sağır dilsizdi. Kimse o haberlerle ilgilenmiyor; sesimizi kimseye duyuramıyorduk.
Bir sabah erken saatte telefonum çaldı. Telefonun ucundaki tersane işçisi arkadaşımız Ali Doğan’dı; “ Abi yine işçi arkadaşlar öldü. Ne yapacağız? Bir şeyler yapmalıyız” diye çaresizce bana haber veriyordu.
Oysa biz kimdik ki? Ne yapabilirdik? İçimden, biz ne yapabiliriz diye geçirdim; tabi Ali’ye daha da çok morali bozulmasın diye bir şey diyemedim.
Hemen, Sabah Gazetesi’nden arkadaşım Sadık Güleç’i aradım. Tatildeydi. ‘Gazeteyle konuşurum. İlgilenmelerini için elimden geleni yaparım’ dedi.
O günü hiç unutmuyorum. O gece tatil için eşim Hülya ile birlikte Antalya’ya yola çıkacaktık. Yerimizi önceden ayırtmıştık.
Hülya’ya durumu anlattım. Çaresizlik ve suçluluk hissediyorduk. Bir şey yapmalıydık! Ama ne? Sonra, bizim elimizden gelebilecek tek şeyin, bir yazı hazırlayıp, basında tanıdığımız tüm köşe yazarlarına, muhabirlere göndermek olabileceği kararını verdik.
Ama o yazı ölen işçilerin çığlığı olmalıydı. Dikkat çekmeli ve vicdanlara seslenmeliydi.
İşte, o gün boyu, aramızda tartışı tartışa, ‘Bu Gemi Bir Kara Tabut’ başlıklı yazıyı hazırladık. ‘Ey İnsanlar Neredesiniz?’, ‘Duyan var mı?’, diye soruyorduk.
Yazıda, şatafatlı, parıltılı tersane haberlerinin neler pahasına gerçekleştiğini anlatarak, son 12 günde ölen 5 işçinin isimlerini Cabbar, Günay, Bayram, Kenan, Bekir’ i sıralayıp; onlara, Nazım’ ın “Japon Balıkçısı” şiirini adadık.
“Tuzla, güneşle yıkanan
Bu vefalı, bu çalışkan
Elimize değen ölür…
Badem gözlüm, beni unut
Birden değil ağır ağır
Bu gemi bir kara tabut
Lumbarından giren ölür…
Bu gemi bir kara tabut
Bu deniz bir ölü deniz
İnsanlar ey, nerdesiniz?
Yola çıkmadan hemen önce, “Hazırladığımız metni bütün tanıdığımız basın mensuplarına mail yoluyla gönderdik.
Ve o gece çaresizlik ve suçluluk hissiyle, Antalya’ya doğru yola çıktık. Tabi, yol boyunca konuştuğumuz sadece bu konuydu. Öğleden sonra otele giriş yaptık. Ertesi sabah kahvaltı için indiğimizde, karşımızda iki kadın oturuyor, birinin elinde ön sayfası bize dönük Sabah gazetesi, kahvaltılarını yapıyorlardı.
Gözlerime inanamıyordum. Hülya’ya bak dedim. Bir süre nutkumuz tutulmuş biçimde hayal mi görüyoruz, gerçek mi diye şaşkın şaşkın bakıştık.
‘Kapkara büyük puntolarla yazılmış’ ve bütün gazeteyi kaplayan ‘ÖLÜM TERSANESİ’ manşeti…
İşte o manşet! Işık hızıyla peşimizden bize yetişen “O” manşet! Hayatımızda ki en güzel tatili yaşattı bize! Başarmıştık. Artık göz göre göre öldürülen işçilerin çığlığını ana akım medyadan da duyurmuştuk. O kadar bedbaht ve suçluluk duygusuyla çıktığımız tatil artık bizim için hak edilmişti!
Yerimden fırlayıp, ‘Bizle ilgili bir haber var’ diyerek rica ettim. Kadın, hemen uzattı gazeteyi.
“Bunlar aslında haber, manşet dahi olabilir! Olamaz mı?” Umur Talu
Umur Talu bizi duymuş; manşette kullandığı puntoların büyüklüğü ile adeta yaşanan vahşeti çığlığa dönüştürmüştü.
Kendi köşesinde ‘Gemilerde Ölüm Var’ başlığıyla Tuzla tersanelerinde olup bitenleri yazmakla kalmamış; Sabah gibi büyük bir gazetede tersane ölümlerini manşet yaptırtmayı başarmıştı.
Başarmıştı diyorum, çünkü o dönemde büyük gazete sahiplerinin tersanelerle ticari ilişkileri, ortaklıkları, reklam beklentileri vardı. Ve ayrıca, tersanelerdeki sömürü üzerinden de palazlanan AKP iktidarı ile ilişkilerini bozmak istemiyorlardı.
Bu çıkar ilişkilerini hem Tuzla özelinde hem de ülke genelinde kırmak kolay değildi. O güne kadar bu konuya hiç ilgi göstermemişler; muhabirlerinin hazırladığı tersane haberlerini de ‘arşive manşet’ olarak kaldırmışlardı.
Bütün bu zorluklara, büyük engellere rağmen Umur Talu, Tuzla tersanelerini Türkiye gündemine taşımayı başarmıştı. Artık, ‘ok yaydan fırlamış; cin şişeden çıkmıştı.’ O günden sonra artık, hiç bir şey eskisi gibi olamayacaktı. Ve gerçekten de hiç bir şey eskisi gibi olmadı.
Umur Talu, tersanelerdeki insanlık dışı çalışma, barınma koşulları ve işçi ölümlerini, ulusal medyanın gözlerinin içine sokarak, görmek zorunda bırakmıştı.
05 Eylül 2007 tarihli“Gemilerde ölüm var!”başlıklı yazısında; “Herhalde, orası bile “İstanbul’a uzak”, medyanın cin gibi “objektif” gözleri ile “tarafsız, bağımsız, halktan yana, etik” gönlünden “ırak” olmalı.
“İstanbul’un “göbeği” değilse de, burnunun ucu ilçesinde, “geçim için umut” diye el verdikleri gemiler, iki haftada 5 işçiye “tabut” oldu.“
“Bunlar aslında haber, manşet dahi olabilir! Olamaz mı?” diye soruyordu.
Sabah gazetesinin “Gemilerde ölüm var” “Ölüm Tersaneleri”, “Esir Kampı değil Tuzla” manşetleri ve Umur Talu’nun muhteşem köşe yazıları ‘kurşun gibi ağırdı.’ Ve hiç kimse onlardan kaçamazdı.
Üst üste atılan bu manşetlerden sonra, Tuzla tersanelerindeki vahşet herkes tarafından görülür hale gelmişti. Bütün yaygın medya Tuzla’ya akın etmiş ve yaşananları haberleştirmeye başlamıştı. Adeta ortalık yıkılıyordu. Sorunun çözümü için bütün siyasi partiler heyetler halinde tersanelere akın edip boy gösterdiler. TBMM dahil herkes ve ilgili her kurum harekete geçmek mecburiyetinde kaldı. Araştırma komisyonu kuruldu.
Daha sonra arkadaş, dost olduğumuz, gazeteci Hicran Aygün’ü işte o fırtınalı günlerde bize yönlendiren de Umur Talu’ydu.
Hicran bir gün gazetemizin Aydıntepe’deki matbaasına geldi. Takvim gazetesinden olduğunu ve Umur Talu’nun gönderdiğini söyledi. Tersanelerle ilgili haber yapmak için bizden yardım istiyordu.
Onu, tersane işçisi arkadaşımız Ali Doğan ile tanıştırdım. Ali, Hicran’ı işçilerle buluşturup röportajlar yaptırttı. Baret gazetesine götürdük. İş cinayetlerine kurban giden işçilerin aileleri ile görüştürdük.Mahalle içi tersaneleri gezdirdik. İşçilerin barındığı bekar evlerini ziyaret ettik.
Hicran haber yapmaya gelmişti; ama, Tuzla’dan bir daha çıkamadı. Takvim gazetesinde günlerce yayını süren, Gisbir yöneticilerinden Limter-İş Sendikasına, Baret gazetesinden tersane işçilerine, mahalle içi tersanelerden işçilerin barınma, çalışma koşullarına, ölen işçilerin ailelerine kadar, kapsamlı bir yazı dizisi hazırladı. Ve günlerce gazetesinde yayınladı. Tanışmamız ve arkadaş olmamız işte bu koşullarda gerçekleşti Hicran’la…
Sonrasında da Tuzla’dan ve bizden hiç vazgeçmedi. Tabi biz de ondan. Akfırat ve Orhanlı Belediyeleri’ndeki yolsuzluk haberlerini kararlıca yaptı. Tehditler, rüşvet teklifleri, çamur atmalar işe yaramadı. Yaptığı yolsuzluk haberlerinin sonucunda eski belediye başkanları Hilmi Yıldız ve Cemil Ekşi hapse girdiler.
Hicran şahsına münhasır biriydi. Yaşadıkları, onu hayata karşı gardını alan biri yapmıştı. Çünkü hayat, ona pek de toleranslı davranmamıştı. Cesurdu, korkmazdı. O da bizler gibi isyankardı. Bizler gibi bu düzenle bir kavgası vardı. İnsanın insana ve doğaya yaptığı haksızlığa, vicdansızlığa tahammül edemiyordu.Tepkilerini de çok sert ve anında gösterirdi.
Bazen telefonla, bazen de mail atarak; ‘Özen ailesi ne yapıyorsunuz?’, ‘Hülya hanımlar bugün nasıllar?’, ‘Halil beyler hiç aramıyorsunuz’ diye takılırdı.
Sadık Güleç’in dediği gibi ‘delikanlı kızdı’ Hicran. Dobraydı. Sezgileri, kalemi çok güçlüydü. Yetenekli bir gazeteciydi. Doğru bildiği yolda yalnızca gerçeğin peşinden koşardı. Başka bir ülkede mesleğini yapsaydı el üstünde tutulurdu. Ama, bu ‘yangın yerinde yaşamak’ hepimiz için olduğu gibi onun için de çok zordu. Zamansız ölümü hepimizi çok üzdü..
Onlar, henüz farkında olmasalar bile, Tuzla tersane işçilerinin ve Tuzlalıların gerçek dostuydu.
Özlemle, sevgiyle anıyoruz.!
Not: Hicran’ın ölümü beni uzun bir yolculuğa çıkardı. Eski ‘netameli’ günleri film şeridi gibi gözümün önüne getirdi. Onunla, onun gazeteciliği, yaptığı haberlerle ilgili yazacak daha çok şey var. Ama onlar başka bir zamanda, başka bir yazının ya da yazıların konusu olsun.
Çağdaş Tuzla Gazetesi Arşivi’nden;
Umur Talu / T24 Yazarı
Çağdaş Tuzla’nın notu: O dönem, Sabah gazetesi köşe yazarı olan Umur Talu, tersanelerdeki insanlık dışı çalışma, barınma koşulları ve işçi katliamlarını herkesin gözünün içine sokarak görünmesini sağlayan ana akım medyadaki tek gazeteciydi.
İlk önce onun, Sabah gazetesinde yazdığı köşe yazıları ve attırdığı manşetler konuyu ülke gündemine taşımıştı.
Şöyle sormuştu, 05 Eylül 2007 tarihli “Gemilerde ölüm var!” başlıklı yazısında; “Herhalde, orası bile “İstanbul’a uzak”, medyanın cin gibi “objektif” gözleri ile “tarafsız, bağımsız, halktan yana, etik” gönlünden “ırak” olmalı. “İstanbul’un “göbeği” değilse de, burnunun ucu ilçesinde, “geçim için umut” diye el verdikleri gemiler, iki haftada 5 işçiye “tabut” oldu.“
“Bunlar aslında haber, manşet dahi olabilir! Olamaz mı?”
Sabah gazetesinin “Gemilerde Ölüm Var, “Ölüm Tersanesi”, “Esir Kampı Değil Tuzla” manşetleri ve Umur Talu’nun köşe yazıları ‘kurşun gibi ağırdı.’ Ve kimse görmezden gelemedi.
Üst üste atılan bu manşetlerden sonra, Tuzla tersanelerindeki vahşet herkes tarafından görülür hale gelmişti. Bütün ana akım medya Tuzla’ya akın etmiş ve yaşananları haberleştirmeye başlamıştı. Adeta ortalık yıkılıyordu. Sorunun çözümü için siyasiler tersanelere akın edip boy gösterdiler. TBMM dahil herkes harekete geçmek mecburiyetinde kaldı. Araştırma komisyonu kuruldu.
Bugün tersane işçileri daha iyi koşullarda çalışıyorlarsa; Umur Talu’nun katkısı, emeği, herkesten, hepimizden çok, çok, çok fazladır. “O” olmasaydı, duymasaydı, duyurmasaydı bu çığlığı, belki de daha uzun süreler Tuzla tersanelerinde vahşet devam edecekti.
Daha sonra arkadaş ve dost olduğumuz, gazeteci Hicran Aygün’ü bize yönlendiren de Umur Talu’ydu
İşte, Umur Talu’nun o gün yayınlanan “tarihi” muhteşem köşe yazısı…
Gemilerde ölüm var! – Umur Talu (Sabah)
Herhalde, orası bile “İstanbul’a uzak”, medyanın cin gibi “objektif” gözleri ile “tarafsız, bağımsız, halktan yana, etik” gönlünden “ırak” olmalı.
Oysa şöyle demeçler süslemişti medyayı:
“Tuzla Tersaneler Bölgesi, özellikle AB gemi inşa sipariş piyasasında bir markadır. Hem vaktinde, hem kaliteli gemiler inşa ediyoruz.”
Bu “marka ve kalitede” den, 12 günde, “vaktinden” önce ölmüş 5 işçi cesedi çıktı.
İstanbul’un “göbeği” değilse de, burnunun ucu ilçesinde, “geçim için umut” diye el verdikleri gemiler, iki haftada 5 işçiye “tabut” oldu.
Şöyle de diyebiliriz:
“AB piyasasında marka” Tuzla tersaneleri, 22 Temmuz’da biri MHP’li (Dursun Ali Torlak), biri Başbakan’ın dostu AKP’li (Hasan Kemal Yardımcı) olmak üzere iki tersane patronu milletvekili, 21 Ağustos’tan bu yana ise 5 tersane işçisi ölü çıkardı.
Bir de şöyle diyebiliriz:
50 işletme, 100 taşeron şirketi temsilen iki patron milletvekili; çoğu sigortasız, iş güvencesi ve güvenliğinden mahrum, aşırı iş yüküne mahkûm 20 binden fazla işçiyi temsilen ise 5 ölü çıktı.
Kayıtlarda Tuzla’dan çıkmış 150 ölü ile bir de kaydı bile olmayan cesetlerin bulunduğu söyleniyor, onlarca yaralı zaten hiç yaralanmamış sayılıyor ve…
Buna buralarda “AB’de marka” deniyor!
Çünkü “piyasa” da, bir şeyin iyi satması, ne pahasına olursa olsun iş ve kâr yapması, köleler ile cesetler üstünde de olsa, gurur kaynağı.
Elbette, gemi inşa önemlidir, piyasada Tuzla’nın edindiği yer mühimdir; memlekete kazandırılan döviz, Anadolu’dan kopup gelen işsize istihdam, buralı mühendise iş, gelişen teknoloji, rekabet avantajı, sermaye ve servet birikimine katkısı ciddidir.
Ama bu pisi pisine ölümler ne!
“Piyasa, rekabet ve kâr”;
Taşeronluk, sigortasızlık, kötü malzeme kullanımı, işçiyi köle gibi çalıştırma, bir kişiden birkaç post, aşırı iş hızı ve yükü, ucuz ama niteliksiz emeği uzmanlık isteyen işlere koşma, iş güvenliğini umursamama, sendikasızlaştırma ve 12 günde 5 ceset üstünde keyif çatacak, denize inen gemilere mutlu mesut şampanya patlatarak ya da gülsuyu dökerek sadece gururlanacaksa;
Genellikle devlet arazisinde, vergiden muaf gemi sanayicileri, “Bizim kârımız tamamen işçilikten, işçilik maliyeti artarsa avantajlarımız kalkar” demekle yetinecekse; Gemi işlerini bilen yakınları, gemi yapımcısı dostları, hemşerileri bulunan Başbakan, Gemi İnşa Mühendisi Ulaştırma Bakanı bir şey demeyecekse;
Vicdan bunun neresinde!
Tuzla’da “halkın ve hakların” yanında gazetecilik çabası içinde, “Büyük medya” nın bakmadığı için görmediği “böyle küçük olaylar” ı duyurarak, küçücük “Çağdaş Tuzla Gazetesi” nde büyük gazetecilik yapan Halil Özen; 28, 30, 40 yaşlarında genellikle “elektrik çarpması sonucu” ölen işçileri, Cabbar, Günay, Bayram, Kenan, Bekir’ i sıralamış; “Duyan var mı?” diye soruyor.
Sonra onlara Nazım’ ın “Japon Balıkçısı” nı adamış.
“Ezginin Günlüğü” nün şarkı da yaptığı mısralar şöyle mırıldanır:
“Tuzla, güneşle yıkanan
Bu vefalı, bu çalışkan
Elimize değen ölür…
Badem gözlüm, beni unut
Birden değil ağır ağır
Bu gemi bir kara tabut
Lumbarından giren ölür…
Bu gemi bir kara tabut
Bu deniz bir ölü deniz
İnsanlar ey, nerdesiniz?”
Tersane patronluğundan Meclis’e giden MHP’li Torlak, adaylığı sırasında şöyle bir demeç vermiş:
“Hükümetin yanlış uygulamaları sonucu bir çok insanımız büyük sıkıntılarla hayata tutunma çabası içinde. İşsizlik çığ gibi artmakta. Her alanda bir çöküntü hâkim.”
“Her alandaki çöküntü” lerden biri yüzünden de, tersanelerdeki ölümler “çığ gibi artmakta” muhtemelen.
Çünkü bazen, her parlaklığın arkasında bir kirlilik, bir pas; her yükselişin ardında bir çöküntü; her yükselenin altında bir çöken olabilir!
Bunlar aslında haber, manşet dahi olabilir! Olamaz mı?