Basralı Ömer, Iraklı bir genç. Amerikan bombardımanında babasını ve ayaklarını kaybetmiş.
Oturup içler acısı halini kâğıda dökmüş. Kendince, içinden geldiği gibi…
Kendisini anlatırken aslında Irak’ı anlatmış. Gözyaşlarıyla…
Hitap ettiği kişi de ABD’nin Irak Harekatı komutanı Tommy Franks.
Gazetemizin Basılı Arşivinden… Yıl 2003…
2. Dünya Savaşı‘ndan sonra dünyadaki devletler bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleştiler. İnsan Hakları Bildirisi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından Haziran 1948’de hazırlandı ve 10 Aralık 1948’de Genel Kurulun Paris’te yapılan oturumunda kabul edildi. Oturumda, 6 sosyalist ülke bu ilkelerin bazılarının “Burjuva sınıfından olan insanların sınıf çıkarını koruduğu ve işçi sınıfının egemen sınıflarla uzlaşmak zorunda bırakacağı” gerekçesiyle çekimser kaldı. Bildiri, bu çekimser ülkeler ile Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği dışında kalan ülkelerin oylarıyla kabul edildi.
Çeşitli marksist düşünürler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 1. maddesinde bulunan “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.” ve 17. maddesinde bulunan “Kimse mülkiyetinden keyfi olarak yoksun bırakılamaz.” cümlelerine[1] atıfta bulunarak; her insanın ekonomik olarak eşit doğmadığını ve bundan yoksun bir durumun özgürlük ve hak sayılamayacağını, dolayısıyla bu durumun bir kandırmaca olduğunu ve burjuva sınıfının mülksüzleştirilmesi gerektiğini savunan marksist görüşün bu bahsi geçen cümlelerle mücadele etmesi gerektiğini vurgularlar.
Bu görüşü savunanlara göre; kapitalizm koşullarında bu kavramların içi boştur ve sadece göstermeliktir. Dolayısıyla dünyaya egemen olan emperyalizm ve sınıflı toplumlara sahip devletler, bir taraftan ne kadar insan haklarına saygılı olduğunu belirterek kitleleri insan haklarından yana olduğuna inandırmaya çalışırken diğer taraftan yoksulluk verici politikalarına, gözaltında kayıplara, hak ve özgürlük taleplerine saldırılarına vb. devam ederler.
Küba Devrimi lideri Fidel Castro konu hakkında bir konuşmasında;
“Bizler çoğu kez insan hakları üzerine konuşuyoruz. Ama aynı zamanda insanların hakları üzerine de konuşmalıyız. Diğerleri lüks otomobillere binebilsin diye neden bazı insanlar çıplak ayaklarıyla yürümek zorunda? Diğerleri 70 yıl yaşasın diye neden bazı insanlar 35 yıl yaşamak zorunda? Diğerleri müthiş derecede zengin olsun diye neden bazıları berbat bir şekilde yoksul olmak zorunda? Ben, bir parça ekmeğe bile sahip olamayan dünya çocuklarının adına konuşuyorum.” demişti.
Gazetemizin Arşivindeki Basılı Görselin, Yazılı Metni…
İNSAN HAKLARI… EVET! HEPİMİZ İÇİN!
10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin en önemli maddesi, temel direği, olmazsa olmazı birinci ve ikinci maddelerdir. Bu maddeler şöyle der: “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.” Ve devam eder: “Herkesin dini, dili, rengi, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun, zengin, yoksul herkes ama herkes eşittir.”
Yani insan olarak doğmakla bu haklara hepimiz doğuştan sahip oluyoruz. Diğer tüm haklar bu iki temelinin üstüne inşa edilmiştir.
Bu sözleşmenin kabulünün üstünden 55 yıl geçti. Peki bugün insanlar tüm dünyada -hatta kendilerini insan haklarının hamisi gibi gören batılı ülkelerde bile gerçekten eşit mi? Gerçekten insan, insan olmaktan kaynaklanan haklara sahip mi? Sanırım bunun cevabı “evet” olsaydı yeryüzünün de bir cennet olması kaçınılmaz olurdu!
Kendi ülkemizdeki insan hakları konusuna gelince: Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi bizde de kuşkusuz insan hakları ihlalleri olduğu bir gerçek. Bunların üstüne gitmemek, yok saymak, bunlarla yaşamaya alışmak, bunları normal karşılamak ulus olarak bizim ayıbımız. Görevimiz ise tek tek birey olarak öncelikle haklarımızın farkında olmak.Elimizde ne olduğunu bilmezsek, kaybettiğimizi farketmeyiz! Ardından mücadele etmek. Bu mücadele insan olmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Tam da burada bir parantez açmak istiyoruz. Bu beyannamenin üstünden geçen tam elli beş yıl, dünyada iktidar savaşlarından kaynaklanan insan hakları ihlalleri “gücü gücü yetene” mantığıyla sürmektedir. Bunun adı bazen diktatörlükler, bazen savaş durumu, bazen de olağanüstü şartlar olur.
Hatta bazen bizzat insan haklarının kendisi kullanılarak ülkeleri yok etme politikaları hayata geçer. Bir ulusu oluşturan halkın etnik, bölgesel, dini farklılıkları ön plana çıkartılarak farklılıklar körüklenir. Bölünme sağlandıktan sonra ise arkası artık çok kolaydır. Bazen kör gözüm parmağına misali acımasızca, herkesin gözünün içine baka baka bazen de o kadar ince manevralarla yapılır ki; üstünde çalışılan ülkenin halkı bile kendi iyiliğinin düşünüldüğünü zannederek bu sözde ışığı kucaklamaya çalışır.
Ama bu ışık genellikle yazık ki; o ülkeyi yok eden ateşin ışığı çıkar sonucunda... Yoksa bu gün hepimizin gözleri önünde gerçekleşen Balkanlar, Orta Doğu’yu, Latin Amerika ülkelerinin dramlarını, Venezuela’daki darbe girişimlerini, Afganistan ve en son Irak işgallerini açıklamak nasıl mümkün olurdu?
Dünyanın ve zenginliklerinin tüm insanlığın temel ihtiyaçlarına yetmeyeceği tezi üzerine kurulan ve dolayısıyla varolan zenginliklere bir kısım insan ya da ülkenin el koyması anlayışı üzerine örgütlenenlerin diğerlerinin insan haklarına ne ölçüde riayet edeceği ya da adaleti nasıl dengeleyeceği oldukça tartışmalı bir konudur.
Irak bu duruma son ve önemli bir örnektir. Petrol ve diğer zenginliklerine el koymak için gerçekleştirilen işgale örtülen “insan hakları ve özgür halk” kılıfı ne kadar da hazin durmaktadır…
Biz insan olmaktan kaynaklanan haklarımızı istiyoruz.
Ama bunu kendimiz için istiyoruz. Sınırlarımız içinde onurlu bir ulus olduğumuzun bilinciyle, daha iyi yaşamak ve mutlu olmak için istiyoruz. Yoksa başkaları bize bunu sömürge ülke muamelesiyle dayatmış olması nedeniyle değil. Başkalarının istediği gibi de değil. Başkalarının bize belletmeye çalıştığı başkalarının elinde bize doğrultulmuş bir silaha dönüşmesine izin vermeden, farklı etnik kökenlerden geldiğimiz halde tek bir ulus olmanın bilinciyle istiyoruz.
İNSAN HAKLARI…
EVET! HEPİMİZ İÇİN!