CUMHURİYETİMİZİN 101. YILI KUTLU OLSUN!

14/Nisan/1987, Aksaray’dan Beyazıt’a… 19/Mart/2025, Beyazıt’tan Aksaray’a oradan Saraçhane’ye

https://twitter.com/i/status/1907109314382176402

Bugünün Kökleri Çok Derinlerde!

İstanbul Üniversitesi ve Beyazıt Meydanı demokrasi mücadelesi tarihinde özel bir yere sahiptir. Nazım Hikmet ve Enver Gökçe’nin şiirini de yazdığı, polis kurşunu ile öldürülen Turan Emeksiz, o günün diktatörlük heveslisi Demokrat Parti Hükümeti tarafından kurulan, muhalefet ve basının faaliyetlerinin tahkik edilmesini amaçlayan komisyona karşı mücadelesini burada başlatmıştı. Turan emeksiz ve arkadaşları burada direndi. Burada şehit düştü.

Nazım Turan Emeksiz için yazdığı ‘Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü’ şiirinde : “vurdular/ kurşun yarası / kızıl karanfil gibi açmış alnında / İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda./ Bir ölü yatacak / toprağa şıp şıp damlayacak kanı / milletimin hürriyet türküleriyle gelip / zaptedene kadar / büyük meydanı, diye yazmıştı.

Beyazıt Meydanı 68′ kuşağı temsilcilerinin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının emperyalizme karşı mücadelelerini bu meydandan başlatıp çoban ateşleri gibi bütün Anadolu’ya yayılmasını sağlamışlardı. 78 kuşağı sayısız eylem ve işgali burada gerçekleştirdi. 16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde 7 devrimci öğrencinin ölümü, 41 öğrencinin de yaralanmasıyla sonuçlanan bombalı ve silahlı saldırının adı Beyazıt Katliamıdır. Ben de o tarihte Haydarpaşa Lisesi öğrencisiydim. Ve katliam üzerine gerçekleştirilen İstanbul Üniversitesi işgaline katılmıştım. Sonrasında İstanbul Üniversitesi’den başlatılıp onbinlerce insanın katıldığı Sirkeciye kadar süren yürüyüş gerçekleşmişti. O tarihte ve sonrasında hiç kimse yılmadı, yıkılmadı, korkmadı. Demokrasi kavgasından vazgeçmedi. Verilen mücadele her geçen gün güçlenerek gelişti, büyüdü. Bugünlere kadar uzandı. Günümüz gençliğinin yolunu aydınlatan bir ışık oldu. Geçen ay 19 Mart Çarşamba günü İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin Beyazıt Meydanı’nda başlattıkları eylem bu şanlı tarihe eklenen onurlu, saygın ve de çok ileri bir yeni bir sayfa oldu.

Geçen Ay 19 Mart Çarşamba Saat:13.00…

Gençler Merkez Bina yanındaki yolda toplandılar. Polis barikatları kurmuş; öğrencilerin oradan geçmelerini, Üniversite önündeki arkadaşları ile buluşarak daha büyük bir güç olmalarını engellemeye çalışıyordu. Ama harekete geçen öğrenciler, yaptıkları o muhteşem tarihi yürüyüşle, sadece önlerine kurulan polis barikatını aşmıyorlar; belki de o gün, ülkenin aydınlık geleceğinin, pırıltılı yolunun inşaa sürecini de başlatıyorlardı. Bazen farkında olunmasa bile yapılan şey, nesnellikle öyle bir çakışır ki, hiç öngörülmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. İşte o gün, o yan yolda buluşan öğrenciler; “dalgaları karşılayan gemiler gibi, gövdeleriyle karanlıkları yara yara” önlerinde kurulan polis barikatını aşarken; belki de tarih yazdıklarının farkında değildiler. Onlar sadece, Beyazıt Meydanı’nda toplanmaya başlayan diğer arkadaşlarıyla buluşmaya çalışıyorlardı. Sel olup önlerindeki her şeyi sürükleyerek önce Beyazıt Meydanı’na, oradan da Saraçhane’ye akarken, topluma büyük bir özgüven ve cesaret aşıladıklarının farkında bile değillerdi. O öğrenciler, o barikatı aşarken toplumun her kesiminin üzerine yıllardır serpilmiş ölü toprağını da üstlerinden silkeliyorlardı. Murathan Mungan’ın ‘bizim 14 Nisan 1987 Yürüyüşümüz’ için yazdı diye kıskançlıkla sahiplendiğimiz, ama, aslında o şiirin ‘bütün haklı yürüyüşler’ için, bu arada kendileri için de yazıldığını ve ‘haklı yürüyüşlerin‘ hepsine çok yakıştığını anlamamızı sağladılar.

Yeni Türkü’nün şarkısını söylediği Fırtına isimli o muhteşem şiirdeki “Bak işte yaklaşıyor fırtına / Bak yine yükseliyor dalgalar / Yollardan sonra / Yıllardan sonra / Şarkılar söylüyor çocuklar / Ne geçmiş tükendi / Ne yarınlar / Hayat yeniler bizleri / Geçse de yolumuz bozkırlardan / Denizlere çıkar sokaklar” dizelerinin hiç yaşlanmayacağını, hep genç kalacağını 68’i, 78’i, 87’yi, ve 25’i de anlatabileceğini, aslında hep güncel ve şimdiye de ait olduğunu bize tekrar tekrar yeniden hatırlattı o gençler.

Beyazıt Meydanı’nda korku eşiğinin geçilmesinin başlangıcı olarak da değerlendirebileceğimiz, polis barikatının aşılmasıyla gerçekleşen bu ‘ilk yürüyüş’; öğrencilerin, ‘anayasal toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarını’ sadece Anayasal hakları olduğu için kullanabileceklerini de tüm ülkeye gösterdi. Beyazıt’tan Saraçhane’ye ‘Öğrenciler Ordusu’nun gerçekleştirdiği bu eylem, geleceği elinden çalınmış, bu ülkeden umudunu kesmiş ya da kesmek üzere olan genç yaşlı herkese ‘biz bitti demeden bu iş bitmez’; deme cesaretini de kazandırdı. Bizlere de geçmişi, gençliğimizi, öğrencilik yıllarımızı hatırlattı bu gençler.

İnsanların, sınıfların ve toplumların yaşamında böyle tarihler vardır. 15-16 Haziran 1970 , 14 Nisan 1987, 27 Mayıs 2013, 19 Mart 2025 vb. gibi, O tarihlerde yapılan eylemlerin etkileri beklenmeyen, öngörülemeyen, belki de hiç amaçlanmamış sonuçlar doğurmuştur. Öylesi tarihlerden biri de tam 38 yıl önce yaşanmış 14 Nisan1987, YÖK’e karşı gerçekleştirilen ve bugün yıldönümü olan büyük öğrenci yürüyüşüdür.

******

Ama evdeki hesap çarşıya uyacak mıydı?

Şimdi 14 Nisan 87’ye uzanacak olarsak; o tarihlerde Marmara Üniversite’si Fen-Edebiyat Fakültesi öğrenci temsilcisiydim. Zor zamanlardı. 12 Eylül Askeri Darbesi üniversiteleri anarşi ve terör odakları olarak ilan etmiş; daha 12 Eylül Anayasası hazırlanmadan Yüksek Öğrenim Kurulu’nu kurmuştu. Askeri Diktatörlük tarafından, bütün toplumda olduğu gibi, YÖK ile de üniversiteleri militarist yapıya, emir komuta ilişkisi içine sokulması amaçlanıyordu. YÖK ve politikaları bütünü ile cuntanın elinden çıkmıştı. Var olan öğrenci örgütlenmeleri kapatılmış, yenilerinin kurulması yasaklara tabi kılınmıştı. İlerici demokrat, aydın öğretim görevlileri üniversitelerden atılmış; fakülte ve yurt binaları kışlaya çevrilmişti. Ders müfredatları şoven ve gerici ideolojilerle doldurulmuştu. YÖK Üniversitesi, sürekli sınavlar, devam zorunluluğu, vizeler, harçlar, kışla haline getirilen okul, yurtlar, ve atılma korkusuyla öğrencileri bunaltıyordu. Gençliğin toplumsallaşması yerine bireyselliği ön plana çıkarılıyordu. Türk-İslam Sentezi’nin konuşulduğu, örgütlenmeye çalışıldığı yıllardı. Özellikle bizimki gibi fakültelerde örgütlenmeye çalışıyorlar, kadrolaşıyorlardı. O yıllarda bugünkü AKP İktidarının, Cumhur-İttifakı iktidarının ideolojik zemini oluşturuluyordu. Artık 80’öncesi’ isyankar öğrencileri’ yerine, tek tip, biat eden öğrenciler yetiştirmek için her şey yapılmış varsayılıyordu.

Ama evdeki hesap çarşıya uyacak mıydı? Öğrenci gençlik zapturapt altına alınabilecek miydi?

1983 yılı sonunda seçimler yapılmış; Özal’ın ANAP’ı iktidara gelmişti. Fabrikalarda, cezaevlerinde, okullarda, toplumsal yaşamın her alanında 12 Eylül darbesinin uyguladığı baskıcı koşullar ve işkenceler aynen devam ediyordu. O yıllar, her alanda toplumsal kıpırdanışların yeniden filizlendiği yıllardı. İHD kuruluyor; işçiler ilk grevlerine (Netaş vb.) çıkıyordu. Hapishanelerde ağır insan hakları ihlalleri, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen 12 Eylül’ü aratmayacak şekilde devam ediyordu.  Üniversite öğrencileri kıpırdanmaya başlamış; Ankara’da öğrenci derneği kurmaya çalışıyorlardı. Kısa sürede öğrencilerin dernekler çatısı altında örgütlenmesi, ve YÖK’e karşı öğrenci gençliğin sorunlarının çözümü için taleplerde bulunması fikri yaygınlık kazanıyordu.

O tarihlerde yayınlanan Yarın Dergisi bu konu üzerinde duruyor, ve Türkiye’nin her yerinde bu fikri örgütlemeye çalışıyordu. Yarın Dergisi binası öğrenci temsilcilerinin buluştuğu bir merkez haline geliyordu. Ben de o tarihlerde öğrenci mücadelesini başlatmış, yayınlanan tek dergi olduğu için oraya gidip gelmeye başlamıştım. Cem, Mesut, Yasemin, Atilla, Turabi, Zekeriya, Cemal vb. Yarıncı ya da onlara yakın arkadaşlarla birlikte mücadeleyi büyütmeye çalışıyorduk. Biz de bir yandan M.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi’nde öğrenci derneği kurmak için çalışmaları sürdürüyorduk. 86′ yılının sonlarına doğru YÖK’e karşı imza kampanyası ülke çapında Yarıncılar tarafından başlatılmıştı; ve bizler de onlarla birlikte davranarak okullarımızda imza topluyorduk. Öğrenci arkadaşımız İsa Tanrıverdi’nin okuldan atılması sonucu gerçekleşen intiharı ile kampanya hem duygusal bir boyut kazanıyor; hem de mücadelenin haklılığı daha bir belirgin hale gelerek aciliyet kazanıyordu.

Öğrenci hareketinin ilk tepkisi: Sultanahmet, Oturma Eylemi.

(Fotoğraf: Halil Özen)

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 3. Sınıf öğrencisi İsa Tanrıverdi’nin kaldığı yurdun banyosunda kendisini okuldan atıldığı için astığını öğrendiğimiz zaman öğrenci platformu olarak toplanıp YÖK’ü protesto eden bir eylem düzenlemeyi kararlaştırdık. İsa Tanrıverdi’nin okuduğu Marmara Üniversitesi Rektörlüğü’nün Sultanahmet’deki binasının önünde değişik okullardan 1000’e yakın öğrenci toplandık. Protesto çelengi koymak üzere görevlendirilen arkadaşlarımız Cemal ve Kazım, polis tarafından gözaltına alınınca, oturma eylemi başlatarak, hem arkadaşlarımızın serbest bırakılması için hem de İsa Tanrıverdi’nin intiharını rektörle görüşmek istedik. 80′ sonrası yapılan bu ilk ‘yasa dışı’ öğrenci gösterisinde, çevik kuvvetin ve polisin tüm tehditlerine rağmen dağılmayıp, seçtiğimiz temsilcileri rektörle görüşmeye yollamayı başardık. Bu eylem öğrenci gençlik içerisinde ve kamuoyunda büyük bir yankı uyandırdı. Bu eylem sonucunda derneklerin meşruluğu kabul edilirken, ‘İstanbul Dernekler Platformu’nun da, tüm öğrenci dernekleri ve üyeleri tarafından kabul edilmesini sağladı. Kurulmasından dört yıl sonra üniversitelerde ilk defa YÖK’e karşı ciddi bir muhalefet doğmuştu.

******

YÖK’e Karşı Toplanan İmzaların Götürüldüğü Ankara Yürüyüşü

YÖK’e karşı toplanan imzaların İstanbul’dan yola çıkışı… Ankara yürüyüşü başlıyor. Benim de içlerinde bulunduğum, değişik okulların temsilcisi 15 öğrenci Kadıköy Söğütlüçeşme, Ziverbey minibüs caddesini yürüyerek geçiyor. ( Fotoğraf: Halil Özen)

Bir yandan da YÖK’e karşı imzaları toplamaya devam ediyorduk. “44. madde değişsin, atılmalara son, devam zorunluluğu kaldırılsın, vizelere hayır, harçlara hayır, krediler yükseltilsin” gibi taleplerle toplam 40 bine yakın imza toplamıştık. Topladığımız bu imzalarla birlikle, İstanbul, İzmir ve Bursa gibi şehirlerden hareket eden öğrenci temsilcileri, şehir merkezlerinde sembolik olarak yürüyüp, sonra otobüslerle yolculuğu sürdürüyorduk.

Eskişehir’de diğer illerden gelen arkadaşlarımızla buluşarak ve Eskişehirli olan İsa Tanrıverdi’nin köyündeki mezarını ziyaret ettikten sonra, topluca Ankara’ya hareket ettik. Şehrin girişinde yaklaşık bin beş yüze yakın öğrenci, otobüsümüzü alkış yağmuruna tuttu. Götürdüğümüz imzaları TBMM’de grubu bulunan partilere verdik. O dönem SHP Genel Sekreteri Fikri Sağlar bizi grup odasında ağırlayarak imzaları teslim aldı. Meclis Başkanı Necmettin Karaduman öğrencilerden, bizden yana tutum takındı. Öğrencilerin sorunlarının çözülmesine yönelik açıklamalarda bulundu

“44. madde yürüyüşü” ve imza kampanyası öğrenci gençliğin somut taleplerinin dillendirilmesi ve akademik mücadelenin önemini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu kampanyadan sonra öğrenciler, derneklerine sahip çıkmışlar ve öğrenci dernekleri kitlelerin gözünde meşruluğunu kanıtlamıştı.

Bu süreçte, sağcı basın ve merkez medya ise; “bu işler böyle masum öğrenci istekleri diye başlar“, diyerek 80’öncesine atıfla yılanın başını küçükken ezmeli minvalinde yayınlar yapıyordu. Hangi fakülte temsilcisinin hangi siyasi harekete yakın olabileceğini okul okul yayınlıyor. Ve onları hedef gösteriyordu. ANAP iktidarı da ülke çapında üniversitelerde gelişen dernekleşme çalışmalarını ve öğrenci hareketinin kazandığı prestije karşı önlem alma ihtiyacı hissediyordu. ANAP milletvekili İsmail Dayı ilhamını Hitler döneminin öğrenci birliklerinden alan “tek tip dernek yasasını” hazırladı. İktidarın tasarıyı halktan saklama çabalarına karşın tasarının içeriği öğrenildi ve basına yansıdı. Siyasal iktidar yükselen mücadele karşısında, var olan örgütlenmeleri dağıtmak ve kendisine bağımlı, üniversitelerde rektörün sıkı denetiminde olan tek bir öğrenci derneği kurarak , bu derneğe bütün üniversite öğrencilerenin doğal üye sayılacağı bir modeli getirerek, öğrenci hareketini doğarken boğmak istiyordu. Daha önce ülkemiz bunun bir benzerini işçi sendikaları cephesinde yaşamıştı. 15-16 Haziran 1970 İşçi ayaklanması öncesi, Demirel hükümeti tarafından aynı mantıkla fiiliyatta DİSK yok edilip tek sendika olarak Türk-İş bırakılmak istenmişti.

Öğrenci gençlik, bu tasarıya karşı bütün üniversitelerde bir kampanya başlattı, benim de temsilcisi olarak içinde bulunduğum ‘Öğrenci Dernekleri Platformu’nda neler yapılabileceğini tartışmaya başladık. Platformda yaptığımız sert tartışmalar sonucunda fikir ayrılıkları yaşandı. Ağırlıklı fikir olarak bizim de savunduğumuz 14 Nisan günü yürüyüş yapma kararı alındı.

Gizlice hazırlıkları yapılan ve polisin bile haberini alamadığı o yürüyüş.

Yürüyüş kolunun en önünde İstanbul Üniversitesi’ne bağlı Hukuk, Edebiyat, Siyasi Bilimler, Basın Yayın vb. okulların öğrencileri, onların arkasında Marmara Üniversitesi öğrencileri, diğer üniversiteler ve öğrencileri diye kortej sırası, ve kimin ne yapacağı önceden kararlaştırıldı. Nitekim, o gün Aksaray’dan yürüyüşe başladığımızda polis, Sultanahmet civarına yığınak yapmıştı. Çünkü oradan da bu eyleme katılmayı uygun bulmayan Yarın Dergisi ve çevresindeki dernekler tekrar Ankara’ya yürüyüş gerçekleştirip, yine dilekçe vermek üzere hareket edeceklerdi. Bizim Aksaray’dan Beyazıt’a ulaşmamızı sağlayan da belki polisin eylemimizi haber alamadığı için hazırlıksız yakalanmasıydı. Çünkü o sıralar İstanbul Emniyetinde Ünal Erkan ve Mehmet Ağar’ın en güçlü oldukları zamanlardı. Kimseye göz açtırma niyetinde değillerdi. Kalıcı hale gelmeye başlayan meşru öğrenci eylemleri de onların karizmalarını çiziyordu.

Platformda aldığımız karar gereği polisin saldırısı halinde “hiç kimse kaçmayacak ve oturma eylemi başlatılacaktı.” Gerçekten de kortejin yolu polis tarafından kesilmiş; ve öğrenciler oldukları yere çökerek oturma eylemi başlatmıştı. Ancak, bizi ablukaya alan polis saldırısını 3 yönden ve öyle şiddetli başlatmıştı ki, öğrenciler buna direnememişti. Herkes kaçışmaya başlamıştı ama, kaçacak yer de yoktu. Kütüphane önündeki duvarlara sıkışıp kalmıştık. Kaçacak tek yer Edebiyat Fakültesi ile kütüphane arasında bulunan merdivenlerdi. Ve herkes mecburen oraya yönelince de izdiham oluşmuştu. Göz gözü görmüyordu. Herkes canını kurtarmanın peşinde adeta o merdivenlerde birbirini ezerek panikle kaçışıyordu. O kaos ortamında ‘bir kız’ oturmuş merdivenlere, başına gelebileceklerden habersiz, “hani karar alınmıştı” niye kaçıyorsunuz? “Oturun, oturun” diye bağırarak panik halindeki kaçışan öğrencileri ikna edebileceğini zannediyordu. Onu zorlukla yerden kaldırıp, Vezneciler’e doğru kaçırmayı başarmıştım.

O günler gerçekten zor günlerdi. Bence, zifiri karanlığın, karanlığa evrildiği günlerdi. Korkuyorduk. Özellikle de 12 Eylül öncesi ve 12 Eylül’de içeri alınıp işkence görenlerin korkmaması imkansızdı. Ben de henüz 17 yaşımda iken bu gerçekle yüzleşmek zorunda kalmıştım. Nitekim bu korkumuz yersiz de değildi. O dönemde onlarca arkadaşımızın öldürülmesine, kaybedilmesine tanıklık etmiştik. Hala bugün bile gözaltında kaybedilen arkadaşımız Hüseyin Toraman’ın başına neler geldiği bilinmiyor. Ama her şeye rağmen kendimizi ortaya koyuyor ve mücadeleyi tüm inancımızla sürdürmeye çalışıyorduk. Herkes 12 Eylül darbesinin yarattığı korkuyu içinde taşıyor; ama yine de cesaretle böylesi eylemleri örgütlemeye ve katılmaya çalışıyordu.

14 Nisan’da yapılan yürüyüşe, İstanbul’daki çeşitli üniversitelerden yaklaşık 2 bin öğrenci, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nden biz de 40- 50 kişi katılmıştık. Aksaray’da başlattığımız yürüyüş korteji Edebiyat Fakültesi’ni geçtikten sonra güvenlik güçlerinin saldırısına uğradı. Yüze yakın öğrenci arkadaşımız gözaltına alındı, 61’i DGM’ye sevk edildi. 31 öğrenci daha sonraki günlerde tutuklandı.

Gerçekleştirdiğimiz yürüyüş tüm ülkede büyük bir yankı uyandırdı. 14 Nisan, 12 Eylül sonrasının ilk yasadışı kitle gösterisi olması nedeniyle yalnız öğrenci hareketi açısından bir başarı olarak değil; Türkiye’de cuntanın karanlığından bir çıkış miladı olarak da görüldü. Hükümet, öğrenci hareketinin gösterdiği bu direniş karşısında geri adım atarak Tek Tip Öğrenci Dernek Yasa Tasarısı’nı Meclis’e sunmaktan vazgeçti. 14 Nisan Yürüyüşü, öğrenci hareketinin dernekleşme mücadelesine ve ülkenin nefes almasına katkıda bulunan en büyük başarılardan biri olarak tarihe geçti.

Bugün İstanbul Üniversitesi Merkez Binası yanındaki yolda toplanan o öğrenciler de, yaptıkları o muhteşem, tarihsel yürüyüşle, sadece önlerine örülen o duvarı, kurulan polis barikatını aşmadılar; belki de o gün, ülkenin aydınlık geleceğinin, pırıltılı yolunun inşaa sürecini de başlattılar. Ve bize neden umutsuz, karamsar olmamamız gerektiğini, kendileri için de yazılmış olan şiirin dizeleriyle / Ne geçmiş tükendi / Ne yarınlar / Hayat yeniler bizleri / Geçse de yolumuz bozkırlardan / Denizlere çıkar sokaklar diyerek, anlattılar.

*******

Not: Yürüyüşte gözaltına alınan ve tutuklanan öğrenci arkadaşlarımız için Beyazıt Meydanı’nda 300 öğrencinin katıldığı, toplumda büyük bir yankı uyandıran gazeteci, yazar, sanatçı, işçi, işsiz herkesin destek verdiği büyük bir açlık grevi başlattık. Geceleri sendika, dernek binalarında uyuyup, sabahları da Beyazıt Meydanında toplanarak açlık grevi sürdürüyorduk. O da ayrı bir yazı konusu olsun.

Fotoğrafta; öğrencilere destek veren sanatçı Bilgesu Eranus.Tepmizde Beyazıt Meydanı’nda açlık grevi yapan bizleri korkutmak için alçak uçuşla turluyan Polis Helikopteri…

(Arşiv: Halil Özen)

Exit mobile version