CUMHURİYETİMİZİN 101. YILI KUTLU OLSUN!

Fatih Yaşlı

Barışın kaybedeni olmaz mı?’

Tam da bu nedenle esas mücadele Türk ve Kürt emekçilerinin bu ülkenin asli sahipleri olarak, eşitlikçi ve adil bir düzeni hep beraber nasıl kuracakları üzerine olmalıdır, bizi bu karanlıktan çıkaracak olan sadece ve sadece bu mücadele olabilir.

Öcalan PKK’nin doğuşunu Soğuk Savaş ve reel sosyalizm zeminine yerleştirirken haklıydı. 2. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın herhangi bir coğrafyasındaki herhangi bir ulusal kurtuluş mücadelesinin ya da sömürgeciliğe karşı verilen herhangi bir savaşın sosyalizmle ve Sovyetler’le dirsek teması içerisinde olmaması mümkün değildi çünkü.

1950’lerden itibaren Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya, Afrika’dan Uzak Asya’ya uzanan bir genişlikte dünyanın her yerindeki bu tür mücadele ve savaşlar sosyalizme yaslandı, arkasında Sovyet desteğini gördü. Karşılarında ise bütün zorbalığı ve acımasızlığıyla ABD’nin başını çektiği Batı bloğu vardı; emperyalizm sömürgeciliğin mirasını devralmış durumdaydı çünkü.

PKK de 1970’lerin sonlarına doğru bu konjonktürün içine doğdu. Manifestosunun adını THKO’nun “Türkiye Devriminin Yolu” adlı metninden esinlenek “Kürdistan Devriminin Yolu” olarak koydu, hedefini de “bağımsız, birleşik, Marksist-Leninist Kürdistan” olarak belirledi.

 1990’ların başında reel sosyalizm yıkıldı, Sovyetler Birliği dağıldı;

1990’ların başında reel sosyalizm yıkıldı, Sovyetler Birliği dağıldı; bu sadece Öcalan’ın bilinçli bir tercihle vurguladığı gibi “iç nedenlerle” söz konusu olmadı elbette. Kapitalist-emperyalist blok, sosyalizme karşı küresel ölçekte çok boyutlu bir yıkım savaşı verdi ve sosyalist blok içeride aşılamayan sorunlarla birlikte bu yıkım savaşına direnemedi.

Neyse, meselemiz reel sosyalizm tartışması değil. Öcalan’ın PKK üzerine yazdıklarını anlamaya çalışıyoruz. Öcalan’ın mektubu basitçe bir silah bırakma ve kendini feshetme çağrısının çok çok ötesine geçiyor, bizzat kurucusu olduğu ve hem teorisini hem pratiğini kendisinin yarattığı PKK’ye dair bir reddiye metni olma niteliği taşıyor; PKK’nin doğuşuyla ilgili söylediklerini de bu reddiye içerisine yerleştirerek anlamak gerekiyor.

Öcalan, PKK’nin doğuşunu anlatırken çizdiği dünya tablosuyla ve PKK için kullandığı “teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde kalmıştır” ifadesiyle, aslında örgütün bir tür zorunluluğun eseri olarak ve daha baştan yanlış doğduğunu söylemiş oluyor.

Öcalan’a göre PKK yaklaşık 35 yıldır varlığının anlamı olmayan ve kendini tekrardan öteye gidemeyen bir örgüt.

Devamında söyledikleri ise başkaları tarafından söylense Kürt hareketinin asla kabul etmeyeceği ve söyleyenleri Kürt düşmanlığıyla, ulusalcılıkla, milliyetçilikle vs. suçlayacağı ağır ifadeler içeriyor. Öcalan PKK’nin reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte kendini aşırı tekrara düştüğünü ve varoluşsal bir anlam kaybına uğradığını öne sürüyor. Yani Öcalan’a göre PKK yaklaşık 35 yıldır varlığının anlamı olmayan ve kendini tekrardan öteye gidemeyen bir örgüt.

Devamında ve iç siyasetle ilgili söylenenler ise çok daha ilginç. Öcalan’a göre 90’lı yıllarda “ülkede kimlik inkârının çözülüşü” ve “ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler” de yine PKK açısından bir anlam kaybını ve kendini tekrarı beraberinde getiriyor. Oysa 90’lar, belki zaman zaman devlet yetkililerinin Kürtlerden ve Kürt sorunundan mecburen bahsettikleri ama esas olarak düşük yoğunluklu savaş konseptine uygun bir şekilde en yoğun yargısız infazların, faili meçhullerin yaşandığı, köylerin yakıldığı ve Kürt halkına en yoğun baskıların yapıldığı, siyasete bütünüyle şiddetin damgasını vurduğu bir dönem; Türkiye tarihinin en karanlık yılları belki de.

Ancak Öcalan PKK’nin “yanlış doğum”uyla ve kısa süre içerisinde bir “anlam kaybı”nın ve “kendini tekrar”ın içerisine düşmesiyle yetinmiyor; hiç beklenmeyecek bir şekilde, onun aşırı milliyetçiliğe savrulmuş bir örgüt olduğunu ve taleplerinin de bu savrulmadan kaynaklı olduğunu öne sürecek şekilde şöyle diyor:

“[PKK’nin] aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.”

Bu ise reddiyenin zirve noktası; çünkü Öcalan bu cümleyle hem Kürt sorununun özünden hem de Kürt milliyetçiliğinin PKK’den öncesine de uzanan tarihsel bütün taleplerinden vazgeçmiş oluyor. “Kürt sorununun özü” derken, Kürtlerin bir halk olarak kolektif bir statüye sahip olmamalarından bahsediyorum, sorunun özünü bu oluşturuyor. Öcalan ise ulus-devlet, federasyon, özerklik ve hatta kültürel haklar gibi taleplerin hiçbirinin artık bir karşılığı olmadığını, bunlardan vazgeçilmesi gerektiğini söylüyor ve dolayısıyla PKK tarihinin reddiyesinin de ötesine geçerek Kürt sorununun özünü de reddetmiş oluyor.

Elde kalan şey soyut, içeriksiz, ne anlama geldiği bilinmeyen bir demokrasi nosyonu oluyor;”

Peki sorunun özü reddedildiğinde çözüm olarak geriye ne kalıyor? Elde kalan şey soyut, içeriksiz, ne anlama geldiği bilinmeyen bir demokrasi nosyonu oluyor; burjuva demokrasinin asgari zemininin bile adım adım ortadan kaldırıldığı şu günlerde meseleyi demokrasi bağlamına yerleştirmek ise hem ironik hem de trajikomik görünüyor.

Doğrudan zikredilmeyen ama metne ruhunu veren çözümün ise 2013’tekine benzer bir şekilde “din kardeşliği” olduğunu görebiliyoruz. Öcalan Türklerle Kürtlerin 1000 yıllık kardeşliğinden ve bunun son 200 yıldır “kapitalist modernite” tarafından parçalanmaya çalışılmasından söz ediyor.

“günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir”

Kuşkusuz modernite ile kapitalizm birbirine iç içe geçmiş bir şekilde gelişti, kuşkusuz Marksizm modern bir ideoloji olmakla birlikte kapitalist modernitenin bir eleştirisiydi ve ona sunulmuş bir alternatifti ama Marksizm moderniteyi içererek aşmayı hedefledi. Öcalan ise geçmişte “demokratik modernite” adlı sol esinli bir alternatif sunmuş olmakla birlikte, mektubunda artık bu kavramı da kullanmıyor ve “günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir” diyerek bir kez daha “İslam çatısı”na ve dolayısıyla modernite öncesine işaret ediyor.

Hem PKK’nin hem de Kürt sorununun özünün reddiyesi ve muğlak bir demokrasi nosyonu kaçınılmaz olarak silahların bırakılması ve örgütün kendini feshetmesine çıkıyor ve Öcalan da zaten PKK’ye kayıtsız, şartsız bir kendini lağvetme çağrısı yapıyor. PKK’nin buna nasıl bir yanıt vereceğini ve metinde yer almamakla birlikte Sırrı Süreyya Önder’in kendisine Öcalan tarafından sözlü olarak iletildiğini söylediği “demokratik ve hukuki düzenlemeler”i bir koşul olarak öne sürüp sürmeyeceğini henüz bilmiyoruz.

“Ancak ortada kutsanacak bir “barış” olmadığını da görmek durumundayız”.

Bizim açımızdan, yani Türk ve Kürt emekçileri açısından esas mesele ise sürecin nereye doğru evrileceği. Elbette ki silahların susmasına, şiddetin Kürt sorununun ana belirleyeni olmaktan çıkmasına bir itirazımız yok. Ancak ortada kutsanacak bir “barış” olmadığını da görmek durumundayız. Bilakis iktidar cenahı açısından bütün bir süreç güvenlikçi bir dil üzerinden yürütülüyor, demokrasi ve hukuk ise kendisine söylemsel düzeyde dahi herhangi bir yer bulamıyor.

Üstelik tüm bu süreç rejimin “seçimsizleştirme” siyasetiyle birlikte yürüyor.

Üstelik tüm bu süreç rejimin “seçimsizleştirme” siyasetiyle birlikte yürüyor. Yani iktidar bütün hesabını Erdoğan’ın ömrü vefa edene kadar o koltukta oturması üzerine yapıyor ve bunun için muhalefetin en güçlü adayı İmamoğlu’nu tasfiye etmeye, karşı ittifakları dağıtmaya ve siyasi yelpazenin farklı kesimlerine yargı sopasını göstermeye uzanacak bir şekilde seçimlerin formaliteden ibaret hale gelmesinin zeminini hazırlıyor.

yeni rejimin yeni anayasasını yapmak da bir plan olarak masada duruyor

Bu esnada yeni rejimin yeni anayasasını yapmak da bir plan olarak masada duruyor ve Kürt siyasetinin Erdoğan’ın ömrü vefa edene kadar o koltukta oturmasına engel olmayacak ya da bunun da ötesine geçerek destek verecek bir pozisyona yerleşmesi murat ediliyor.

Peki durum böyleyken, yani Türkiye’de demokrasinin asgari zemini dahi ortadan kaldırılırken Kürt sorununa demokratik bir çözüm getirilebilir mi ve ikincisi, “barışın kaybedeni olmaz” sözü içinde bulunduğumuz konjonktürde hakikati tam olarak anlatıyor olabilir mi?

Türkiye’de demokrasinin asgari zemini dahi ortadan kaldırılırken Kürt sorununa demokratik bir çözüm getirilebilir mi?”

İlkinin yanıtı biliniyor olmalı, ikinciye geçelim ve önce tekrar söyleyelim: Silahların susması, kan dökülmemesi, insanların ölmemesi elbette ki iyidir.  Ancak apolitik bir barış söylemiyle varılacak olan yer pragmatist ittifaklar, dar çıkarlara dayalı uzlaşılar, iktidarın bekası, Erdoğan’ın siyasi ikbali ve inşa edilen rejime tepesindekiler şahsında “Allah’ın uzun ömürler vermesi” ise burada mutlaka kaybedenler olacaktır ve bu da Türk’üyle, Kürt’üyle Türkiye’nin bütün bir emekçi halkıdır, Türkiye’dir.

Tam da bu nedenle esas mücadele Türk ve Kürt emekçilerinin bu ülkenin asli sahipleri olarak, eşitlikçi ve adil bir düzeni hep beraber nasıl kuracakları üzerine olmalıdır, bizi bu karanlıktan çıkaracak olan sadece ve sadece bu mücadele olabilir. 

Sol org tr. de yayınlanan Fatih Yaşlı’nın yazısını tekrar yayınlıyoruz.

Exit mobile version