CUMHURİYETİMİZİN 101. YILI KUTLU OLSUN!

Ülkemizdeki dinci, faşizan gidişe karşı da cumhuriyetçilerin, demokratların, sosyalistlerin, komünistlerin ortak bir mücadele hattında birleşmesi önem kazanıyor. Bu çerçevede toplumsal muhalefete ve sosyalist sola önemli görevler düşüyor.

Atilla Özsever

Ülkemizdeki hukuksuz durumun Nazi Almanya’sını hatırlattığı dikkati çekiyor. Günümüzde de otoriter, faşizan iktidarlara karşı geçmiş faşist dönemlerin iyi kavranıp mücadele verilmesi de önem kazanıyor.

Türkiye’de siyasetçilerin, belediye başkanlarının, gazetecilerin, akademisyenlerin, sendikacıların haksız ve hukuksuz yere soruşturmaya uğraması, gözaltına alınıp tutuklanması giderek yaygınlaşıyor.

Bırakın “hukuk devleti” kurallarını, “kanun devleti” kurallarının bile hükümsüz kaldığı bir süreç yaşanıyor. 12 Mart, 12 Eylül gibi darbe dönemlerini yaşayan bizler, sıkıyönetim koşullarında bile “kanun devleti” normlarına göre yargılanıyorduk.

“Düşünce suçlusu” olarak dönemin Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 maddelerinden yargılandığımız halde sıkıyönetim mahkemelerinde delil yetersizliğinden hakkımızda beraat kararı verilebiliyordu.

Şimdi ise, “hakaret suçu” adı altında aydınlar, gazeteciler gözaltına alınıyor, en doğal anayasal ve yasal görevi olarak işçinin hakkını savunan sendikacılar tutuklanıyor. Örnek olarak; Gaziantep’te işçinin yüzde 30’dan fazla ücret zammı için eylem yapan ve işçilere önderlik eden sendika başkanı Mehmet Türkmen tutuklanıp cezaevine konuyor.

Yine gazeteci arkadaşımız Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş, sadece gazetecilik faaliyeti nedeniyle bir aya yakın süredir cezaevinde tutuklu bulunuyor.  Daha kısa bir süre önce meşru ve yasal bir platform olan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) toplantılarına katıldı diye 30 gazeteci, siyasetçi, sanatçı tutuklandı. Tüm bu gelişmeler bize faşizmin yakın tarihini hatırlatıyor…     

Yargıya Hitler talimatı

1933’te Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte mevcut burjuva hukuku da askıya alınmıştı. Hakimlerin Hitler’e tam bir itaati isteniyordu.

Nitekim bir Alman mahkemesinin Hitler’in cezalandırılmasını istediği bir sanığı suçsuz bulması üzerine Nazi lideri, şunları söylemişti: “Benim suçlu diye ilan ettiğim bir kimseyi Alman mahkemesinin suçsuz çıkarması olayı bir daha görülmeyecektir”.

Bu hukuksuzlukların yanı sıra geçmiş faşist dönemlerin demokrasiyi tahrip eden, sermayenin diktatoryal egemenliğini kuran süreçlerinin bilinmesi, günümüzdeki otoriter, totaliter, baskıcı, faşizan yönetimlere karşı nasıl mücadele edileceğinin de ipuçlarını verecektir.

Tarihsel faşizmin tahlili

Arjantinli tarih profesörü Federico Finchelstein’in “Faşizme Heves Etmek” isimli eserinde, geçmişteki faşist hareketlerin demokrasiyi nasıl yok ettiğinin iyi kavranması halinde günümüzdeki neofaşist hareketlerin tehditlerinin de daha net görülebileceği ifade ediliyor. 

Profesör Finchelstein, bu eserinde faşizmin dört temel bileşenini şöyle açıklıyor:

  1. Şiddet ve siyasetin militarizasyonu
  2. Faşist yalanlar ve propaganda
  3. Yabancı düşmanlığı
  4. Diktatörlük

Federico Finchelstein, faşist partilerin bu dört temel unsuru kullanmadan önce demokratik yollardan iktidara gelebileceği, daha sonrasında da hukukun üstünlüğünün, güçler ayrılığının, seçim prosedürlerinin ve bağımsız basının kademeli ya da hızla ortadan kaldırılarak demokrasinin tamamen yok edilmesine çalışıldığını ortaya koyuyor.

Nazi döneminde basın

Burada basın konusuna bir parantez açacak olursak tarihsel ya da klasik faşizm dönemlerinde de basının nasıl baskı altında tutulduğunun örneklerini verebiliriz.

Nazi lideri Adolf Hitler, Kavgam isimli kitabında siyasi gücün elde edilmesi ve korunması açısından basın üzerindeki kontrolün önemine değinmişti. Nitekim Naziler iktidara geldikten sonra bağımsız medyayı ortadan kaldırdılar ve toplamda 1,3 milyon okuru olan 200’den fazla gazeteyi kapattılar. Ayrıca binlerce gazeteciyi hapse attılar.

Nazi Propaganda Bakanı Josephl Goebbels, gazetelere her gün ne yazabileceklerini ya da yazamayacaklarını belirten talimatlar veriyordu. Goebbels, özellikle gazetecilerden nefret ediyordu, çünkü gazeteciler faşistlerin tam aksine gerçeği, şeffaflığı ve düşünce özgürlüğünü savunuyorlardı.

Günümüz Türkiye’sinde de medyanın yüzde 95’inin AKP iktidarı tarafından kontrol edildiği dikkate alındığında “yandaş” denilen basının nasıl ayni başlıklarla çıktığı da gözler önündedir.

Neofaşizm örnekleri

ABD’de Trump’ın yeniden iktidara gelmesi, gelir gelmez de kararnamelerle diktatoryal yetkisini önlemeye çalışacak yargı mekanizmasını denetim dışı bırakmak istemesi, dünyanın en zengini Elan Musk’a hükümette görev vermesi ve Musk’ın Alman seçimleri öncesi neofaşist eğilimli AFD partisini destekleyip Nazi selamı çakması dikkatlerden kaçmıyordu.

Yine Avrupa’nın önemli ülkelerinden İtalya’da aşırı sağcı, Mussolini hayranı Meloni’nin başbakanlık görevini üstlenmesi, Avusturya’da aşırı sağcı, ırkçı partinin ikinci konuma gelmesi, keza Almanya’da da 23 Şubat 2025’te yapılan seçimlerde neofaşist AFD’nin ikinci parti olması, faşizm rüzgarlarının kuvvetlendiği gösteriyor.

Macaristan’da Orban yönetiminde ırkçı, milliyetçi bir partinin iktidarda bulunması, Fransa, İspanya ve İsveç gibi ülkelerde de aşırı sağcı, ırkçı partilerin güçlü bir konumda olması, Avrupa düzeyindeki faşist tehdidin durumunu ortaya koyuyor. 

Geçmişteki solun hataları

Faşizmle mücadele konusunda yine geçmiş örneklere dönmekte yarar var. Tarihten ders alarak aynı hataları tekrarlamamak gerekir.

İtalya’da 1921’de Mussolini’nin Faşist Partisi karşısında sosyalistler ikiye bölünmüştü. İtalyan Komünist Partisi’nin sosyal demokratları (Sosyalist Parti) burjuvazinin “sol kanadı” olarak tanımlaması, faşizme karşı bir birlikteliği önlüyordu. Gerek Sosyalist Parti, gerekse Komünist Parti, faşist tehlikeyi yeterince önemsemiyordu.

Sosyalist güçlerin bölünmesi, işçi sendikalarının da üye kaybetmesine neden olmuştu. 1920 yılında iki milyon civarında olan işçi konfederasyonlarının üye sayısı, 1921’de bir milyon 200 bine, 1922’de 400 bine kadar indi. Kuşkusuz faşist saldırıların da, üye kaybında etkisi vardı.

İşçi sınıfı, 1932’de Almanya’da da sosyal demokratlar ve komünistler olarak iki parça halindeydi. Sosyal demokratlar, komünistlerin ezilmesinde düzen kurumlarıyla işbirliği yaptığı için iki parti arasında uzlaşmaz bir uçurum vardı.

Faşizme karşı mücadelede iki kesim de güç birliğinden kaçındı, birbirine saldırdı. Komünistler, sosyal demokratları “sosyal faşist” olarak nitelerken sosyal demokratlar da hem Naziler hem de komünistlerle mücadele ediyordu.

Komünistler faşist tehlikeyi küçümsediler, sosyal demokratların Hitler’den daha büyük tehdit olduğunu öne sürdüler. Keza Alman Komünist Partisi içindeki ideolojik farklılıklar da partinin gücünü zayıflattı.

O dönemde İspanya ve Fransa’da da sol açısından aynı hatalar yapılıyordu. 

Antifaşizm dersi

Sosyalizm ve antifaşizm üzerine uzman bir tarihçi olan Jacques Droz da, “Avrupa’da Antifaşizmin Tarihi” isimli kitabında, faşist İtalya ile Nazi Almanya’sında sosyalist (sosyal demokrat) ve komünist partilerin birbirlerini “düşman” görmesinin sakıncalarına değiniyor. Fransız tarihçi Droz, görüşünü şöyle açıklıyor:

“İşlenen hataların kavranması, komünistlerin ‘sosyal faşizm’ terimini terk etmesi, sosyalistlerin Halk Cephesi fikrine razı olması; bunlar her iki tarafın yaralarının kabuk bağlayamayacağı kadar geç gerçekleşti”.

Droz, bu arada antifaşist mücadelede sanatın da önemine değinerek şu anekdotu anlatıyor:

Pablo Picasso dünyaca ünlü ‘La Guernica’ tablosunu yapmamış olsaydı bu Nazi katliamını kaçımız hatırlardı? Pablo Picasso’nun Paris’teki evini ziyarete gelen Nazi büyükelçisinin ‘Bu tabloyu siz mi yaptınız?’ sorusuna ‘Hayır, siz!’ cevabını verdiğini, Franco’nun hayattayken tablosunun İspanya’ya götürülmesine izin vermediğini unutabilir miyiz?”

Fransız tarihçi Jacques Droz, antifaşist mücadelede siyasi mücadelenin yanı sıra faşist katliamları, şiddet ve terörü teşhir edebilmek ve gelecek kuşaklara aktarmak açısından sanata, sinemaya, tiyatroya, edebiyata, resim ve heykele önemli rol düştüğünün altını çiziyor.

Faşizme karşı mücadele

Gazeteci ve akademisyen Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Faşizm” isimli kitabında, faşizme karşı mücadelenin yalnızca parlamenter yollarla ve arada sırada patlak veren sokak gösteriyle değil aynı zamanda faşist tehlikenin ortaya çıkmasıyla birlikte kitlesel bir karşı koymayla verilebileceğini söylüyor. Yıldızoğlu, geçmiş tarihsel deneyimleri de dikkate alarak görüşünü şöyle sürdürüyor:

“Faşist hareketin demokrasinin kuralları içinde kalmasını beklemek, liberal demokrasinin kurumları tarafından ehlileştirilmesini umut etmek, geçici ittifakları kurabilmek için yaptığı manevraları, verdiği tavizleri ciddiye almak, bunlara güvenmek ölümcül bir hata olmuştur.

İşçi hareketinin partileri ve sendikalarıyla faşist hareketin saldırılarına gereken cevabı verememiş olmasının bir nedeni de güçlerini bir araya toplamaktaki beceriksizliğidir.”

Dimitrov ve Birleşik Cephe

Bulgar devrimci Georgi Dimitrov, Komintern’in 1935 yılındaki Yedinci Kongresi’ne sunduğu raporda, Almanya’da faşizme karşı direnmeye hazır olunmamasında sosyal demokrat liderlerin tarihsel sorumluluğa sahip olduğunu belirtiyordu. Dimitrov, görüşünü daha sonra şöyle açıklıyordu:

“Faşizm, öncelikle sosyal demokrat liderlerin burjuvaziyle sınıfsal işbirliği yapma politikası nedeniyle işçi sınıfının burjuvazinin saldırısı karşısında bölünmüş, siyasal ve örgütsel olarak savunmasız kalmış olmasından ötürü iktidara gelebilmiştir.

Diğer taraftan komünist partilerin sosyal demokratlardan ayrı ve onlara karşıt olarak kitleleri ayaklandıracak ve onları faşizme karşı kararlı bir mücadeleye sevk edecek gücü yoktu”.

Bulgar komünist hareketinin önemli liderlerinden olan Dimitrov, “Almanya’da faşizmin zaferinin kaçınılmaz olup olmadığını da şöyle değerlendiriyordu:

“Hayır, Alman işçi sınıfı faşizmi engelleyebilirdi. Ama bunu yapabilmek için birleşik bir faşizm karşıtı cephe kurulmasının sağlanması, sosyal demokrat liderlerin komünistlere karşı yürüttüğü kampanyaya bir son vermesi ve Komünist Parti’nin tekrar, tekrar yaptığı faşizme karşı birleşik eylem teklifini kabul etmesi gerekirdi”.

Türkiye’deki mücadele

Ülkemizdeki dinci, faşizan gidişe karşı da cumhuriyetçilerin, demokratların, sosyalistlerin, komünistlerin ortak bir mücadele hattında birleşmesi önem kazanıyor. Bu çerçevede toplumsal muhalefete ve sosyalist sola önemli görevler düşüyor.

Toplumsal muhalefetin demokratik hak ve özgürlükler, yargı bağımsızlığı, laiklik, sosyal devlet, adaletli bir gelir dağılımı gibi temel konularda asgari bir program oluşturup totaliter ve faşizan düzen anlayışına karşı güçlü bir birlikteliği şart gözüküyor. Bu demokrasi cephesinde kitlesel desteğin sağlanması açısından emek ve meslek örgütlerinin, sendikaların da yer alması gerekli hale geliyor…

Atilla Özsever‘in, 27.02.2025 tarihli, Sol Haber Portalı‘nda çıkan önemli yazısını tekrar yayınlıyoruz.

********

Atilla Özsever Kimdir?

1967 yılında Kara Harp Okulu’nu bitirdi. 12 Mart (1971) döneminde piyade üsteğmeni iken siyasi görüşleri nedeniyle ordudan çıkarıldı. 2.5 yıl cezaevinde kaldı.

Daha sonra iktisat öğrenimi gördü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı, doktorasını İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamladı. 1974 – 2002 yılları arasında gazetecilik yaptı. 2003- 2011 yılları arasında da Maltepe Üniversitesi’nde kadrolu öğretim üyeliği görevinde bulundu. 2011 yılından itibaren de çeşitli üniversitelerde çalışma ekonomisi ve medya alanında dışarıdan dersler veriyor. “Tekelci Medyada Örgütsüz Gazeteci” ve “Mesele Teslim Olmamakta” isimli iki kitabı ile çeşitli kitap ve dergilerde yer alan makaleleri bulunuyor.

Exit mobile version