Toplumsal muhalefetin karşı hegemonyasının temellerini oluşturabilecek kültürün tohumlarını attılar. Gerisi toplumsal muhalefetin meşru demokratik eylem çizgisini takip ederek açılan bu yoldan yürümesine kaldı.
Zafer AYDIN*
19 Mart 2025 itibariyle Türkiye’nin sosyal ve siyasal tarihinde yeni bir sayfa daha açıldı. Rejimden, düzenden, AKP iktidarından hoşnutsuz kesimler kendilerine yeni bir kanal açarak, duyulmayan, yaygınlaşmayan itirazlarını güçlü biçimde ortaya koydular. “Bu halktan, gençlerden, emekçilerden bir şey olmaz” gibi kibir dolu cümlelerle –farkında olarak ya da olmadan– yılgınlığın pompalandığı, umutsuzluğun, edilgenliğin hüküm sürdüğü bunaltıcı iklimde kitle eylemleri mucizevi bir ışık olarak doğdu. Umutsuzluk bulutları, şaşkınlık, heyecan, cesaret eşliğinde yükselen bir umut dalgasıyla dağıldı. Böylece “kitle hareketleri japongülü gibidir, nerede ne zaman açacağı belli olmaz, ama açar” sözü ile kaim umutsuzluğa kapılmamak gerektiği fikri bir kez daha hayatın içinde doğrulanmış oldu.
Toplumsal hareketlenmeler bazen spesifik bir talep, protesto, itiraz ekseninde ortaya çıksa bile kısa sürede onu aşan bir özellik kazanabilir. Farklı dinamiklerin devreye girmesiyle birlikte çapı, niteliği değişebilir. Burada da öyle oldu, Ekrem İmamoğlu ve CHP’nin yönettiği belediyelere yapılan operasyona verilen tepki bir anda rejim karşıtı hareket kimliğine bürünerek gelişti. İzlenen ekonomik politikaların mağdurları, emekçiler, emekliler, şiddete uğrayan, hemcinslerini cinayetlere kurban veren kadınlar, gelecekleri belirsiz, güvencesiz gençlerin katılımı ile toplumsal öfke meydanlara yansıdı. Kızgınlık, itiraz ve özgürlük talepleri alanları doldurdu. Özellikle öğrenci gençlik, hareketin ivmelenmesinde özel bir rol üstlendi. Ön açtı, yol gösterdi. CHP’nin ne yapacağını bilemez halden çabucak sıyrılmasını sağladı. Üniversitelerde faaliyet sürdüren kahve zincirine karşı sürdürdükleri tüketmeme boykotunu, ülke gündemine taşıyarak mücadeleye yeni bir boyut daha kattı. Belagati “din ve vatan” üzerine kurulu klişe argümanlarla sınırlı trolleri, kalemşorları, siyasetçileri meydanlarda akıl dolu esprilerle süslenmiş bir söylemle paspas etti. “Bu gazın çileklisi yok mu?” dövizi ve benzerleri ile baskı ve şiddet uygulamalarına meydan okudu.
Şaraçhane’den memleket sathına yayılan, halkın bütün farklılıklarıyla dahil olduğu, çoğulcu, renkli, eylemlerden süzülüp gelen gerçek şudur ki, toplum, tek adam tarafından, buyrukla, emir ve talimatla yönetilmek istemiyor. Toplumu bir makine gibi algılayıp şekil vermeye kalkan, dilediğine olanak sağlayan, dilediğinin sahip olduğu olanakları ortadan kaldıran, neyin hak olduğuna, neyin hukuki olduğuna kendi çıkarlarını temel alarak karar veren otokratı ve onun manipülasyon-operasyon rejimini kabul etmiyor. “Bizim irademizi yok sayamazsınız, geleceğimizi karartamazsınız” diyorlar. Bu eylemlerin temel toparlayıcı mesajı “biz”dir. Ayağa kalkanlar “Biz buradayız”, “Bizi göreceksiniz” dediler. “Biz” kavramı üzerinden oluşan toplumsal ittifak 15-16 Haziran 1970 işçi direnişinde ve Gezi’de olduğu gibi yukarıdan biçimlendirme, kalıba sokma çabasına aşağıdan güçlü bir itiraz ortaya koydu. Dahası bu itiraz baskı, şiddet, tutuklama gibi engelleme çabalarına rağmen gerçekleşti. Sonuçta tek adam rejimi ve buyruklarla yönetme siyasetinin gereği olarak üretilen rıza, biat ve hegemonya ciddi bir kırılmaya uğradı. Bu iktidar karşısında, “onlar çok güçlü, bir şey yapılamaz” algısı yerini “yapılabilecek çok şey var” duygusuna bıraktı.
AKP iktidarının başından itibaren uyguladığı politikalara karşı çıkma potansiyeli taşıyan, muhalif örgütleri, sendikaları, meslek örgütlerini hedefine koyarak ilerledi. Toplumsal örgütleri kontrol altına alma ya da zayıflatmak suretiyle etkisizleştirdi. Bu sayede bir dizi neoliberal politikayı rahatça uyguladı. Önüne geçilemez zenginleşme tutkusuyla kamu kaynaklarını talan edip, halkı yoksullaştırırken güçlü bir itirazla karşılaşmadı. Ama yolun sonuna geldi. İzlediği politikaların yarattığı sonuçlar iktidarını ciddi bir sallantıya soktu. Bundan sıyrılmanın yolu olarak da ana muhalefet partisini sahanın dışına itme hesapları yaptı. Seçme seçilme hakkı, adil yargılanma hakkı gibi biçimsel demokrasinin en temel kurallarını dahi ortadan kaldıracak adımlar attı. Tutuklamalar yaptı. Bunu yaparken çok fazla saklı olmayan amacı “Seçimsiz Türkiye” ya da iyice şike seçim yoluyla tek adam rejimini kalıcılaştırmaktı. Daha önceki uygulamalarından cesaretle rahatça ilerleyebileceği üzerine hesap yaparken, meydanları dolduran toplumsal muhalefet bunu bozdu. “Denklemde biz de varız” dedi.
Toplumsal ittifak ve eylemleri ana muhalefet partisi CHP’yi de farklı bir kulvara itti. Toplumu ve taleplerini dikkate alma durumunda kaldı. Protesto gösterileriyle seferber olan kitle gücünü Dayanışma Sandığı, boykot gibi yöntemlerle yeni kanallara taşıyarak dinamik, etkili bir çizgi izlemeye başladı. Bu yeni yönelimle birlikte sokağın ve kitle eylemlerinin siyasetteki gücünü kendi pratiği ile test etmiş oldu. Şimdiye kadar iktidarın ve bürokrasinin “saldırı olur, olay çıkar” telkinlerine teslim olmanın maliyetini de görmüş oldu. Aynı şekilde siyasetin tek alanının parlamento olmadığını da, demeç ve açıklama ile sınırlı bir muhalefetin yetersizliğini de fark etmiş olmalı. CHP’nin girdiği yeni kulvar AKP iktidarının siyasal alanın muhalefetsizleştirilmesi, siyasi partilerin tektipleştirilme, biçim verme çabalarını aşmayı da gerekli kılıyor. Bunun ilk adımı da iktidarın kurduğu hegemonyaya teslim olmamak; siyaset dilini, tarzını, bakış açısını AKP kültüründen koparmak olmalı. Zira meydanları dolduran kitleler sadece mevcut tek adama değil, tek adamcılığa karşı çıkıyorlar. Bu açıdan bakıldığında CHP’nin siyasetini buna göre kurması, kurgulaması, dilini, siyaset yapma tarzını ona göre şekillendirmesi gerekir.
19 Mart sonrasında gelişen eylemlerin dikkatlerden kaçmaması gereken bir başka yönü de bu mücadeleye neoliberalizm karşıtı bir nitelik kazandırmak gereğidir. Neoliberalizm halkları ağır toplumsal ve ekonomik faturalar ödemek zorunda bırakırken otokrat yönetimlerin de yolunu, önünü açtı. Dünyanın pek çok yerinde iktidarı elinde tutan otokratlar varlığını neoliberal politikalara borçlu. Bu nedenle tek adam rejimine karşı mücadele, neoliberalizme karşı mücadelenin parçası haline getirilmeden yürütülemez. Aynı şekilde tek adam rejiminin dönüşümünü değil; aşılmasını hedefleyen, demokratik sosyal, hukukun egemen kılındığı bir rejim perspektifini taşımadan da. Ezcümle, 19 Mart sonrasında sokağa çıkan, Dayanışma Sandıklarına gidip oy veren, tüketimden gelen gücünü kullanan kitleler, denklemde yok sayılan bir aktörün varlığını ortaya koydular. “Biz buradayız” diyerek siyasette, toplumsal mücadelede yeni bir yol açtılar. Toplumsal muhalefetin karşı hegemonyasının temellerini oluşturabilecek kültürün tohumlarını attılar. Gerisi toplumsal muhalefetin meşru demokratik eylem çizgisini takip ederek açılan bu yoldan yürümesine kaldı.
Birgün Pazar’da bugün çıkan, gazetemiz yayın kurulu üyesi Araştırmacı Yazar Zafer Aydın’ın yazısını yayınlıyoruz.
*Araştırmacı yazar