‘99 Ağustosu’ydu. Hatırlıyor musunuz?
Siz hiç ölümü gördünüz mü?
Sadece moloz yığınına dönüşmüş binaların altından çıkarılan cansız bedenlerde değil, bir çocuğun gözlerinde, kızını yitirmiş bir annenin çığlığında, eşini yitirmiş bir kocanın sonsuz sessizliğinde….
Siz ölümü hiç gördünüz mü? Ben gördüm. 1999 yılı Ağustos ayıydı. Değirmendere’de, Gölcük’te bembeyaz kol geziyordu ölüm.
Mezarlıkların üzerine atılan kireçlerle ölümün nasıl beyaz bir maskeye büründüğünü gördüm. Ölümün sadece canını aldığı bedeni değil, kalanların ruhunu da nasıl öldürdüğünü gördüm…
Siz hiç zamanın durduğunu gördünüz mü?
Geçmemek için ayak sürer, direnir. Bir gün bir ay gibi, bir hafta bir yıl gibidir. Ben gördüm.
Gölcük’te, Değirmendere’de zaman adeta sanki enkaz altında kalmıştı. Kurtarılmayı bekliyordu ve öylece duruyordu. Onyedi Ağustos’ta durmuştu sanki ve tüm mezar taşları birbirinin aynısıydı: “Ö.T. 17.08.1999”
Siz hiç hayatta olduğu için suçluluk duyanları gördünüz mü?
Ben orada, bir annenin çığlığında gördüm. Her gün neredeyse gün doğumuyla aynı enkaza gelip, çığlığa hep aynı sözleri tekrarlıyordu: “Ölüm, oğlumu aldın, beni bıraktın.
” Hikayesini etraftakilerden dinledim. Ana-oğul ikisi de enkaz altında kalmışlar. “Beni kurtar anne,” diyormuş oğlu. 10 yaşındaymış henüz. İki gün kalmışlar taş yığınının altında.
İkinci günün akşamı ekip ulaşmış. Ses vermişler. Kurtarma çalışmalarına başlamış. “Önce oğlumu alın,” diyormuş anne. Ama önce anne çıkarılmış. Oğluna ulaşıldığında ise cansız bedenini çıkarabilmişler ancak…
Siz hiç çaresizliği gördünüz mü?
Ben kızıyla birlikte duvarın dibine oturmuş bir annede gördüm. Depremin 2. haftasıydı. Değirmendere’de çocuklara ayakkabı dağıtıyorduk.
Arkadaşlarımızın önünde uzun kuyruklar oluşmuştu. İşte o anda takıldı gözüm anneye.
Gözleri yaşlıydı. Öylece bakıyordu. Yanına gidip oturdum. Neden sıraya girmediğini sordum.
“Ben” dedi “bugüne dek kimseden bir şey istemedim. Çok ayıbıma gidiyor. Üç katlı evimiz vardı bizim. Arabamız vardı. Kocamın işleri iyiydi. Şimdi bir tek üstümüzdekiler kaldı. Buna da şükür. Şükür ama biz şimdi ne yapacağız?”
Usulca yanımda getirdiğim ayakkabıyı kızına giydirdim. Verecek cevabım yoktu. İşte o anda gördüm çaresizliği.
Anneyle kızın ortasında öylece oturuyordu…
Siz hiç insanların ölüm karşısında nasıl eşitlendiğini gördünüz mü?
Ben gördüm. Zenginin yoksulun, güzelin çirkinin, kadının erkeğin, doğulunun batılıın ölüm karşısında nasıl aynı olduğunu, ne paranın ne başka bir şeyin ölümünü atlatmaya yetmediğini gördüm.
Yüzyıllar boyunca verilen eşitlik mücadelesinin aslında doğa karşısında nasıl kazanıldığını gördüm ve acı içinde hep aynı cümle tekrarlandı beynimde: Bunu anlamak için, insanların eşit olduğunu bilmek için, güçsüzleri ezmemek, anlamsız hırslarla teslim olmamak için bu felaketleri yaşamak şart mı?
Siz hiç umudu gördünüz mü?
Ölüm’e, çaresizliğe, acıya rağmen direnen, sönmeyen umudu? Ben gördüm. 1999 yıl, Ağustos ayıydı. Değirmendere’de, Gölcük’te gördüm.
Ankara’dan, Bursa’dan, İzmir’den, Tuzla’dan kalkıp, felaketin başkentinde sadece “bir işin ucundan tutabilmek”, sadece bir çocuğu gülümsetebilmek için bile olsa kalkıp gelen gencecik kızların, delikanlıların alnındaydı umut.
Canla başla çalışan Mehmetçiğin azminde. Bir subayın bize dönüp, “helal olsun çocuklar size. Bu insanların yüzünü güldürdünüz.” dediğinde yüreğimize yayılan ışıktaydı.
Arabasının bagajına sığdırabildiği kadar ekmeği, suyu, battaniyeyi atıp hiç düşünmeden yollara çıkanların insanlığındaydı…
Geldiler. Bir işin ucundan tuttular, evet. Bir yaralı yüreğe merhem oldular, evet. Ve tutukları her elden dalga dalga yayıldı umut. Ben gördüm. Oradaydım. 1999 yılının Ağustos ayıydı. Ölüm her şeyi esir almıştı, bir tek umuda ve insanlığa ilişemedi…
Halil Özen