

Gazeteci yazar Uğur Mumcu katledilişinin 32. yılında Kadıköy’de anılacak! Gazeteci – Yazar Murat Ağırel konuşmacı olarak yer alacak.
Ankara’daki evinin önünde arabasına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu 24 Ocak 1993 tarihinde yaşamını yitiren Uğur Mumcu, özgür basın mücadelesi ve karanlık ilişkileri aydınlatan cesur gazeteciliğiyle hafızalardaki yerini koruyor. Katledilişinden bu güne her yıl Kadıköy’de anılan Mumcu, bu yıl da Kadıköy Belediyesi tarafından düzenlenen etkinlikle anılacak. “Türk Basının Yüz Akı Uğur Mumcu’yu ve Devrim Şehitlerini Anıyoruz” isimli etkinlik 24 Ocak Cuma günü Caddebostan Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Gazeteci- yazar Ömür Kurt’un sunumuyla başlayacak etkinlikte gazeteci-yazar Murat Ağırel konuşmacı olarak yer alacak. Ağırel, Uğur Mumcu’nun meslek hayatındaki duruşunu, demokrasiye katkılarını ve günümüzde basın özgürlüğünün önemini anlatacak. Saat 20.00’de başlayacak etkinliğe tüm yurttaşlar davetli.
*****
“Gitsem bir dağ başına, gitsem, kır çiçekleri toplasam, bunları bir demet yapsam; desem ki, bu çiçeğin adı, “Erdem”, bunun “Onur”, bunun “İnanç” (…) “Yanıma oğlum “Özgür” geliyor, “Ne düşünüyorsun baba?” diyor. Sonra okuyor.– Beni yaz baba beni yaz, benim adımı yaz.…”
Cumhuriyet, 5 Aralık 1981
Kır Çiçekleri
Bugün daktilomun başında, yıllardan beri ilk kez ne yazacağımı düşünerek, dakikalarca durdum. Elim bir türlü tuşlara varmadı. Ne yazayım bugün?
İnsan, içindeki sıkıntılarla boğuştu mu, sözcükler bir dönme dolap gibi beyninizde döner durur. Öyle ki, sözcükleri beyninizden, yüreğinizden ve dilinizden çekip daktilo şeridine varamaz, ak kâğıt üzerine siyah harfleri, siyah sözcükleri dizemez, noktaları, virgülleri koyamazsınız… Çünkü, sözcüklerin kendi dünyaları vardır; bu dünyalar, güneş çevresinde dönen küreler gibi beynimizde, vicdanımızda, yüreğimizde döner dururlar…
Sözcükler, gün olur uzanamadığımız yıldızlar kadar uzak, gün olur hoyratça ezip geçtiğimiz kır çiçekleri gibi bizlere yakın olurlar. Ve biz çoğu kez bu uzaklığı da, bu yakınlığı da ölçüp biçemeyiz. Ve sözcükler yüreklerimizde, vicdanlarımızda, beyinlerimizde ve de atardamarlarımızda döner, dururlar..
Bugün hiç yazı yazmasam diyorum, gitsem bir dağ başına, gitsem, kır çiçekleri toplasam, bunları bir demet yapsam; desem ki, bu çiçeğin adı, “Erdem”, bunun “Onur”, bunun “İnanç”…Ne yazayım bugün?
Çevrenize şöyle bir bakın. Bir bakın akıp geçen olaylara, bir bakın tanık olduğunuz ya da duyduğunuz olaylara, bakın. Kimi zaman, onur çiçekleri ile, inanç çiçekleri ile bezenmiş insanlarla karşılaşırız. Kimi zaman da bin bir yalanın belini bükmüş, yolsuzlukların saçaklarına tutunup, sirk cambazları gibi sıçrayıp durmuş insan müsveddeleri ile…
Ve hep onlar kazanmış; hep onlar günlerini gün etmiş. Para mı? Onlarda. Pul mu? Onlarda. Hep bir elleri balda, bir elleri yağda, öyle yaşamışlar. Kaplumbağa gibi, bin bir yalanın sığdığı başlarını, gerekince kalın kabuklarının içine çekerek, yılan gibi kıvrılarak, bukalemun gibi kondukları, yerleştikleri yere uyarak yaşamışlardır.
Ne yazsam bugün?
Eski dosyaları mı çıkarsam? Hayır çıkarmayacağım! Geçmiş olaylardan vicdan muhasebelerine sayfalar mı açsam? Hayır, açmayacağım! Düne, önceki güne, daha öncesine mi uzansam? Hayır uzanmayacağım!
Ne yazsam bugün?
Canım bir dağ başında kır çiçekleri toplamak istiyor. Kıbrıs’tan kopup gelen ılık güney rüzgârları ile, Ege’nin güneşli sabahlarından kaçamak gelen ışıklarla, ülkemin dört bir yanından toplayacağım kır çiçeklerini bir vazoya yerleştirip “İşte” desem, işte yıllarca yazmak isteyip de yazamadığım bunlar, işte bunlar…
Çiçekler yan yana, çiçekler aynı topraktan gelme ve aynı suyun içinde; biri “İnanç” biri “Erdem”, biri “Onur…” Bugün ne yazsam, ne yazsam acaba?
Daktilomun başında yıllardan beri ilk kez, yazacağım yazının soru işaretine takılıp dakikalarca düşünüp duruyorum. Sözcükleri, daktilonun tuşlarından kara şeride bir türlü çarpamıyorum. Yanıma oğlum “Özgür” geliyor, “Ne düşünüyorsun baba?” diyor. Sonra okuyor.
– Beni yaz baba beni yaz, benim adımı yaz, benden söz et baba, benden söz et.
Duruyorum, düşünüyorum, düşünüyorum yine düşünüyorum.
Bir dağ başına gitsem, kır çiçekleri toplasam ve sonra, evet ve sonra… ve… ve… ve…
Bugün ne yazsam?..
*****
İzlemek için tıklayın!
*****
“Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline, değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki, korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik, boynumuzu uzattık yağlı kementlere.“
Cumhuriyet, 25 Ağustos 1975
Sesleniş
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken, bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım unutma bizi!..
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize, çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık, kışlık katlarımız, arabamız olurdu. Yüreğimiz işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.

Öldürüldük ey halkım unutma bizi!..
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terkedildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım unutma bizi!..
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde, öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezartaşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..
Kanserdik. Ölüm her gün bir sinsi yılan gibi, dolaşıyordu derilerimize. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında, bırakıp gittik bu dünyayı ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..
Giresun’daki yoksul köylüler. Sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım unutma bizi!..
Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle, başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz-sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi!..
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk: Komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında, emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı, daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi.
Bir kez anlamak istemediler bizi…
Vurulduk ey halkım, unutma bizi!..
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline, değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki, korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik, boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi!..
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı, bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım unutma bizi!..
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…
*****
İzlemek için tıklayın!
Uğur Mumcunun Bazı unutulmaz sözleri:
“Haklıdan yana değil, güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar. Güç merkezi değiştikçe dönerler; fırıldak olurlar.”
“Biz siyaset bakımından karşıtlarımıza özgürlük tanımazsak birer gizli faşistiz demektir.” “Bu masum insanlar Yahudi de olur, Arap da, Hristiyan da. Ölenlerde ırk, din ayrımı yapılmaz. Ölen insandır.”
“Bir kişiye yapılan haksızlık tüm topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Susanlar da bu insanlık suçlarına katılmış olur.” Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz.”
“Ben Atatürkçüyüm…. Ben, cumhuriyetçiyim… Ben lâikim… Ben antiemperyalistim… Ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım… Ben insan hakları savunucuyum… Ben, terörün karşısındayım… Ben, yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın, her parçamdan benim gibiler beni aşacaklar doğacaktır.”
“Milliyetçilik, ‘vatan, millet, Sakarya, kan, ırk, bayrak’ edebiyatı mıdır, yoksa ulusun çıkarlarını, onurunu herkese karşı savunmak; yani tam bağımsızlık mıdır? Ülkenin onuru ayaklar altında çiğnenirken, ‘vatan, millet, bayrak’ edebiyatını yani milliyetçiliği sadece kitleleri uyutmak, kandırmak için kullanıp aslında bütün bu değerleri salt kendi siyasal ya da bireysel-sınıfsal çıkarları için kullanmak milliyetçilikse, bunun karşıtı nedir?”
Uğur Mumcu’nun anısına saygıyla…
