Serpil İLGÜN
Geçtiğimiz hafta MHP Lideri Devlet Bahçeli ve Cumhurbaşkanı-AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan “usulde değil, üslupta normalleşme”, “yumuşama adına hassasiyetlerimizden taviz verecek değiliz” diyerek, yaratılan normalleşme-yumuşama beklentilerinin çerçevesini daha açık biçimde çizmişlerdi. Kobanê davasının ardından, hafta başında Hakkâri Belediyesi Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın gözaltına alınarak, belediyeye kayyum atanması, bu daha net çizilen sınırların hemen ardından geldi.
DEM Parti ve muhalefet çevrelerinin “Artık kayyum dönemi kapanmıştır” açıklamalarının üzerine gelen Hakkâri halkının irade gasbını ve “normalleşme-yumuşama” kavramlarının Erdoğan rejimi için gördüğü işlevi, Siyaset Bilimci, Prof. Dr. Şebnem Oğuz’la konuştuk. Şebnem Oğuz söyleşimizden sonra gelen Erdoğan’ın kayyumların devamının geleceğini bildiren açıklamasını da değerlendirdi.
Yerel seçimden birincilikle çıkan CHP Lideri Özgür Özel’in çağrısıyla başlayan, Erdoğan’dan da destek alan “normalleşme-yumuşama”ya sizin okumanızı alarak başlayalım. Normalleşme ve yumuşama söyleminin Özel ve Erdoğan için ifadesi ne? Ve Erdoğan neden bu topa girdi?
Öncelikle süreci tanımlarken Özgür Özel’in başından itibaren “normalleşme”, Erdoğan’ın ise “yumuşama” kavramlarını kullanmayı tercih etmesini ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum. Zira Özel’in “normalleşme” kavramı norm ile istisna arasındaki ayrımı akla getiriyor ve “norm”dan sapmış olan siyasal rejimi eski haline döndürme (bir tür restorasyon) iddiası içeriyor. Özel’in bir gazeteciden gelen “Gerçek bir normalleşme için atılmasını beklediğiniz en acil adım ne?” sorusunu “Gezi” diye yanıtlaması bunun göstergelerinden biri. Erdoğan’ın “yumuşama” kavramı ise, siyasal rejime dair bir şey söylemiyor, kendisinin muhalefete dönük “sert” üslubunda (Sağ popülist liderlere özgü kutuplaştırıcı tarzında) sınırlı bir dönüşüm olabileceğini ima ediyor. Erdoğan’ın yumuşamadan söz ederken hatırlattığı “kırmızı çizgiler” ise, zaten siyasi rejimin temellerinde bir değişiklik amaçlamadığını ortaya koyuyor. “Buna rağmen Erdoğan neden Özel’in normalleşme topuna girdi” sorusunu yanıtlarken, yerel seçimden sonra Özel ve Erdoğan’ın ellerindeki olanakları karşılaştırmak anlamlı olabilir. Özel’in elinde CHP’nin kazandığı belediyeler yanında artan oy oranlarının getirdiği meşruiyetin gücü var, bu meşruiyete dayanarak rejimin eski iktidar blokunu da gözetecek biçimde yeniden inşasına yöneliyor. Erdoğan ise devletin zor aygıtlarının kontrolünü elinde bulundurmakla birlikte, azalan oy oranlarının gösterdiği meşruiyet kaybına çare arıyor. Erdoğan’ın normalleşme topuna girmesi, tam da bu meşruiyet kaybını telafi etme isteğinden kaynaklanıyor.
İDEOLOJİK HEGEMONYANIN YENİDEN KURULMASI ÇATIŞMALI BİR SÜRECE DÖNÜŞTÜ
Gezi davasından 1 Mayıs’a, Kobanê davasından birazdan soracağımız Hakkâri Belediyesine kayyum atanmasına kadar her gün onlarca aksi pratik yaşanırken, “normalleşme-yumuşama” beklentilerinin korunuyor olması nasıl değerlendirilmeli?
Belirttiğim gibi Erdoğan bir yandan hâlâ kontrolü altında bulunan devletin zor aygıtlarını var olan siyasal rejimi sürdürmek, yeni iktidar blokuna kaynak aktarmaya devam etmek için kullanırken, yerel seçimlerde yaşadığı meşruiyet kaybını giderecek formüller arıyor. Şimşek programının kısıtları içinde yoksullaşan geniş halk kitlelerinin rızasını ekonomi politikalarıyla devşiremeyeceği için ideolojik düzlemde yumuşama açıklamalarını devreye sokuyor. Bu açıklamaları var olan rejimin “kırmızı çizgileri” içinde tutmak üzere kullandığı temel mekanizma ise, farklı kalemşorlarıçeşitli mecralarda “güvercin” ve “şahin” olarak tarif edilen siyasi pozisyonları ifade etmek üzere aynı anda piyasaya sürmek ve ortaya çıkan polemik üzerinden birbirlerine karşı maniple ederek yeni bir politik söz kurmak. Bu mekanizma yerel seçimlerden önce de kullanılıyordu. Ancak seçim sonrasında çok daha aktif ve sistematik hale geldi, çünkü CHP’nin yükselen bir politik aktör olarak devreye girmesiyle birlikte iktidar bloku içindeki farklı kliklerin çıkarlarını uzlaştıran yeni bir politik söylem üretilmesi ve rejimin ideolojik hegemonyasının yeniden kurulması daha zorlu ve çatışmalı bir sürece dönüştü.
PAZARLIK UNSURLARI VE SINIRLARI GÜNDEMDE TUTULUYOR
İfade ettiğiniz “güvercin” kalemşorlardan biri olarak “Siyasette yeni dönem başlayacak, Erdoğan normalleşecek” algısını yaymayı sürdüren Abdülkadir Selvi, Hakkâri’ye kayyum atandığı gün çıkan yazısında, Erdoğan’ın değişim ihtiyacını gördüğü ve bir paradigma değişikliğine gideceğini yazdı. Değindiniz ama biraz daha açmak için, Selvi gibi kalemler ideolojik hegemonyanın yeniden kurulmasında nasıl bir rol oynuyor?
Betimlediğim mekanizmada Mehmet Uçum gibi doğrudan Erdoğan’a bağlı olarak çalışan devlet içi kalemşorlara “milli ve yerli yargı” gibi söylemler üzerinden rejimin kırmızı çizgilerini savunma, Abdülkadir Selvi gibi Erdoğan’dan görece daha özerk görünen “gazete yazarlarına” ise, “yumuşama” beklentisini sürdürecek yazılar yazma görevi veriliyor. Burada kritik olan nokta Selvi’nin de yazılarında yumuşama beklentisini canlı tutarken aynı zamanda söz konusu yumuşamanın sınırlarını çizme ve kırmızı çizgileri hatırlatma işlevini yerini getirmesi. Örneğin Selvi bir yandan Gezi, Kavala gibi konularda yumuşamayı gündemde tutarken, diğer yandan Özgür Özel’i “Türkiye’nin milli meselelerindeki samimiyetini” göstermek üzere “PKK’nın 11 Haziran’da Suriye’de yapmayı planladığı yerel seçimin iptali” için hükümetin yanında olmaya davet edebiliyor. Dolayısıyla Selvi’nin ısrarla yumuşama konusunda yazmaya devam etmesinin nedeni, rejimin hangi konularda esneyebileceği meselesini hem CHP, hem de iktidar bloku içindeki farklı klikler nezdinde tartışmaya sunarak, pazarlık unsurlarını ve sınırlarını gündemde tutmak.
REJİMİN ‘NORMALLEŞME’ DIŞINA İTTİĞİ TEK KESİM KÜRT HALKI DEĞİL
Kobanê davasının ardından, Hakkâri’ye kayyum atanması “Kürtlerin kırmızı çizgi” içinde tutulduğunu göstermekle birlikte, son hamleye sizin okumanız nasıl? Kürtleri içine almayan normalleşme-yumuşama söylemi nasıl sürdürülebiliyor?
Seçimden hemen sonra Van halkının iradesinin gasbedilmeye çalışılması, Kobanê davasındaki ağır cezalar ve son olarak Hakkâri Belediyesine kayyum atanması 2015’ten bu yana çelişkili bir süreç olarak ilerleyen faşist rejim inşasının temel mekanizmasının Kürtlere baskı üzerinden işlemeye devam edeceğini gösteriyor. Bu noktada İtalyan Marksist Kuramcı Alberto Toscano’nun “ırksal ikili devlet” kavramını oldukça açıklayıcı buluyorum. Toscano günümüz faşizminin tarihsel kaynaklarını, ırksal kapitalizmin (veya içsel sömürgeciliğin) uzun dönemli etkilerinde arıyor ve bu amaçla 1970’lerde ABD’de siyahi Marksistlerin yaptığı faşizm tartışmalarına dönüyor. O dönemde beyaz entelektüeller Amerikan devletini liberal demokratik olarak tanımlarken, siyahi Marksistlerin aynı devleti faşist olarak tanımlamasından yola çıkarak, faşizmin belirli bir dönemde aynı ülkede farklı ırk, cinsiyet ve cinsellik eksenlerinde farklı şekillerde uygulandığını ve adlandırıldığını vurguluyor. “Tahakkümün farklılaşmış deneyimi” olarak tanımladığı bu durumu açıklamak üzere “ırksal ikili devlet” kavramını geliştiriyor. Siyahi Marksistlerin yazılarında ABD’nin “ırksal ikili devleti”nin en belirgin biçimde işlediği alan olarak yargı ve cezaevlerine dikkat çektiklerini hatırlatıyor. Türkiye’de de önümüzdeki günlerde rejimin kendisini yeniden üretmek için “ırksal ikili devlet” mekanizmasını daha da öne çıkarmasını bekleyebiliriz. Elbette bunu söylerken rejimin “normalleşme” dışına ittiği tek kesimin Kürt halkı olmadığını vurgulamak gerekir. Yeni rejim Gezi direnişini ve oradan Kürt halkına da uzanan devrimci dinamiği bastırarak şekillendiği için, Gezi ve Kobanê direnişinin her ikisini de kriminalize etmeyi sürdürüyor.
Beklentiniz ne, devamı gelir mi? Ya da bunu hangi faktörler belirleyecek?
Bu noktada kayyum ataması ve benzeri uygulamaların devamının gelmemesi için halk iradesinin sokakta gösterilmesi çok önemli. Zira Van direnişinde olduğu gibi, devlet dışından yapılan toplumsal mücadeleler, başta yargı olmak üzere devletin zor aygıtları içindeki çelişkileri derinleştirerek dönüştürebiliyor.
ÖZEL’İN POZİSYONU, ÖNEMLİ BİR MÜTTEFİK POTANSİYELİ TAŞIYOR
Özgür Özel’in “normalleşme” diyerek Erdoğan politikalarını meşrulaştırdığı, Erdoğan’ın da böylece yeniden inşa için hem zaman kazandığı, hem muhalefeti yönetebildiği eleştirilerine sizin yaklaşımınız ne?
Bu eleştirilerin şimdilik erken olduğunu düşünüyorum. Abdülkadir Selvi, Özgür Özel’i “samimiyet testi” olarak nitelendirdiği testle Kürtler karşısında devletin yanında olmaya davet ederken, Özel bu davete henüz icabet etmedi. Aksine, son olarak Hakkâri’de kayyum atamasına da sert tepki gösterdi. Dolayısıyla faşizme karşı mücadele açısından hâlâ önemli bir müttefik olma potansiyeli taşıyor. Bu potansiyeli değerlendirmek ve birleşik bir mücadele örmek ise Emek ve Özgürlük İttifakı gibi yapıların genişleyerek halk kitlelerini örgütleyebilmesine bağlı. Böyle bir hat ortaya çıkarsa, son dönemde “yumuşama” tartışmalarında çokça duyduğumuz “oyun kuruculuk” rolünü Özel ya da Erdoğan değil, halkın kendisi üstlenebilir ve yumuşatılması zaten mümkün olmayan rejimi yıkmanın gerçek koşulları ortaya çıkabilir.
SÜRECİ, EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN SAHAYA MÜDAHALESİ BELİRLEYECEK
Hakkâri’nin ardından diğer Kürt illerine de kayyum atanır mı diye tartışılırken, Erdoğan beklendiği üzere Hakkâri’ye kayyum atama kararını savundu ve Hakkâri’nin bunun ilk adımı olacağını, “Hukukun bundan sonra da gereğini yapmaya devam edeceğini” söyledi. Erdoğan’ın bu açıklamasına yorumunuz ne olur?
Türkiye’de faşist rejim unsurlarını yeniden harekete geçirmenin en kolay yolu her zaman Kürtlere saldırmak oldu. Çünkü bu konuda “ana muhalefet partisi” olarak nitelendirilen CHP’nin onayını almak “devlet partisi” olmayı tercih etmesi sebebiyle hep mümkün oldu. Tam da bu nedenle faşizme karşı mücadele, sosyal demokratları da içeren bir mücadele hattında kurulamadı. Bundan sonraki süreci CHP’nin adımları yanında, “üçüncü yol” üzerinden hareket etmeyi tercih eden emek ve demokrasi güçlerinin sahaya ne ölçüde müdahale edebildiği belirleyecek.
ANTİKAPİTALİST, ANTİFAŞİST MÜCADELE ARASINDAKİ BAĞLAR GÜÇLÜ KURULMALI
Yumuşama-normalleşme söyleminin Şimşek programıyla ilgisine değindiniz. Programın hayata geçirilebilmesi yumuşama-normalleşmeyi değil, tersini gerekli kılmıyor mu? Gelir dağılımı emekçiler aleyhine bu kadar bozulmuşken, “normalleşme” mümkün mü?
Kuşkusuz mümkün değil. Bu noktada antikapitalist mücadele ile antifaşist mücadele arasındaki içsel bağlantıları hem teorik düzeyde, hem de politik pratikte daha güçlü bir biçimde kurmak gerekiyor. Örneğin savaşa ayrılan bütçenin emekçileri yoksullaştırdığını söylerken, aynı zamanda Şimşek programının yarattığı yoksullaşmanın da emekçileri muhalif siyasal özneler olarak sahneye çıkmaktan alıkoyduğu ve faşizmi yeniden ürettiği vurgulanabilir. Kayyum atamalarının sadece Kürtlere dönük politik baskıyı artırma değil, aynı zamanda kayyum atanan belediyelerde AKP yanlısı sermaye kesimlerine kaynak aktarma mekanizması olarak işlev görmesi; kayyum atandıktan sonra işten çıkarılan belediye işçilerinin işe dönme mücadelesinin hem sınıfsal, hem politik bir mücadele niteliği taşıması da bu tür vurgular arasında yer alabilir.
Evrensel Gazetesi