Mehmet Ramazan

Bu kadar hızlı, rastlantısal ve kontrolü dışında yaşadığı hayat, insan için hayra alamet değil. Ne var ki umudu yeşertecek güç ve cesaret gene insanda. Özfarkındalığa sahip zeki bir varlık olarak insan, özgürlük tutkusundan vazgeçmeden ve bu tutkunun yüklediği sorumlulukları yerine getirerek, yarattığı sistemlerin yabancılaştıran köleleğinden kendisini gene kendisi kurtarabilir.
Soyadı ve akademik alanına hakimiyetiyle ünlü bir matematikçimizi takip ettiğim dönemde tımarhanede bugün başlığı altında yaşadığımız bize özgü hayatı sosyal medya hesabında paylaştığı her seferinde, içinde yaşadığı toplumu aşağıladığını düşünerek tepki gösterirdim. Oysa onun çok daha önceden gördüğü sosyal çıldırının epizodlarını, şimdilerde tam da herkesin akşam sofrasına oturduğu saatte başlayan televizyon haberlerinde, yemeğimiz bitene kadar gözümüz geniş ekranda, kanın da aktığı hayli şiddet içeren, eğlenceli olmayan bir vodvil olarak izleriz. Bir türlü azaltılamayan ölümlü kazaların eksiksiz bilançosu yanında, tırmanan trafik şiddeti çok örseleyici toplumsal bir gerçek olarak her akşam gözümüzün önüne getirilir. Can alan yorgun mermiler, sokakta silahlı çatışma ortasında hayatını kaybeden masum insanlar, kurşunlanan iş yerleri, kadın cinayetleri, akıl almaz gardarlıkla işlenen suçları, habere eşlik eden sokak ve iş yeri kameralarından elde edilmiş görüntülerden bir bir izleriz. Aynı anda iki çelişik duygu izleyiciler olarak içimizde yol alır. Gizli mutluluk ve derin korku. Gizliden mutluyuz; çünkü evimizin güvenli ortamında gözümüzü diktiğimiz ekranda akan dehşet görüntülerinin uzağındayızdır. Derinden korkarız; çünkü gün gelir orada işlenen korkunç suçların işleyeni veya kurbanı kendimiz de olabiliriz.
Geçenlerde Erol (Çankaya) Ağabey’in hatırlatmasıyla Neil Postman’ın Televizyon Öldüren Eğlence kitabını tekrar karıştırma imkanı buldum. Elbette yazar o kitapta Türk televizyon kanallarının haber verme biçimlerinden bahsetmiyordu. Genel anlamda televizyonun eğlence öğesini merkezine yerleştirdiği proğramlarla, eleştirel insan zihninin işlevlerini nasıl devre dışı bıraktığını ele alıyordu. Neil Postman bu kitabı yazdığında henüz internet, cep telefonu, vs hayatımıza girmemişti.Televizyon, sabit anteniyle sinyalleri toplayıp bunları ekranına görüntü olarak yansıtan bir cihazdı. Evde, kahvehanede, restoranda sabit bir köşesi olan bir tür görüntülü radyo. İnternetin keşfi, ardından sabit ev telefonundan cep telefonuna sıçrayış fikrimce, bırakın televizyonu, insan icadı hiçbir şeyle kıyas götürmeyen bir değişim yarattı hayatlarımızda. Artık evde olmak zorunda değiliz. İnternet vasıtasıyla her an her yere, her şeye, herkese sesli, görüntülü erişimi olan cep telefonu; içerdiği telefon, televizyon, fotoğraf ve film kamerasının toplamından çok daha fazlası değil mi? Okul, öğrenme, alışveriş, banka işlemleri yapabildiğimiz, eğlendiğimiz, binlerce oyun barındıran yapay zekâyla donanmış (ayrıca derin, görünmez boyutuyla) sonsuz bir alem. Oysa ışıklı ekranından gün boyunca her saniye binlerce veri bombardımanına tutulduğumuz, internet erişimli cep telefonumuzun bize neler yaptığını, hayatımızda neleri sonsuza kadar değiştirdiğini henüz tam olarak bilmiyoruz.
Şu görüntü günümüzde hepimiz için artık çok tanıdık: Kadınlı erkekli bir arkadaş grubu buluşmuş, dışarıda bir kafede oturuyor. Kimileri durmadan telefonlarını karıştırıyor, bazıları oturdukları masanın üstüne koydukları cihazın sık sık aydınlanan, kararan ekranına bakıyor. Birlikte olma halinin bütünlüğü, sık sık telefonlarına gelen sesli uyarıların haber verdiği mesaj ve aramalarla bozuluyor. Aralarındaki gevşek iletişim, ilgilerinin telefonlarının mahrem alemine kaymasına izin veriyor. Ara ara telefonlarından kafalarını kaldırıp birbirlerine bir şeyler söylüyorlar kısa cümlelerle. O an yaşanan ve deneyimlendiği sanılan yaşantılar birbirine karışıyor; sanal ile gerçek olanın arasındaki sınır, algıda giderek bulanıklaşıyor. Aynı tablonun birçok ev ortamında aile üyeleri için de geçerli olduğunu söylemek abartı olmaz sanırım.
İletişim araçlarının yol açtığı parçalı gerçeklik ve tutarsızlık yakın gelecekte hayatımızın temel rutinine dönüşebilir mi? Yoksa çoktan mı dönüştü?
Çok eğlendim, diyor orta yaşlı kadın, analiz ettiğimiz öykü bağlamında toplumsal eşitsizliğin doğallığını savunduğu edebiyat toplantısının ardından. Televizyonla yerleşen eğlenme önceliği, içeriği ne olursa olsun buradaki gibi her faaliyetin ortak amacı olarak sürüyor günümüzde de. Tabii ki, toplantı sırasında ve ardından onlarca fotoğraf çekiyoruz telefonumuzun gelişmiş kamerasıyla. Ve hemen yüklüyoruz grubun ortak alanına; gördüklerinde hayıflanması için gelemeyenlerin. Fotoğraflarla yetinmiyoruz, kısa filmler çekiyoruz her olasılığa karşı.
Aynı sosyal kökenden gelseler bile herkes için kendini var etme biçimi birörnek değil doğal olarak. Son yıllarda ülkemizde yaşanan ekonomik altüst oluşla daha da bozulan gelir dağılımı toplumsal tabanda mafya üretimini yaygınlaştırdı. Sınıf atlama yolları tıkalı insanlar mafiyöz türü örgütlenmelerle, ışıltılı hayattan farklı şekilde paylarını talep etmeye başladı. Aniden çok paraya kavuşmanın kaynağını açıklayamayan bu adamlar ve kadınlar artık her iletişim ortamında karşımıza çıkıyorlar. Para saçıyor, pahalı otomobillerin direksiyonunda abartılı jestlerle mütemadiyen konuşuyor, hayranlık uyandırmak istiyorlar. Şatafatlı doğum günleri düzenliyor, gösterişli tatillere çıkıyor, görkemli sunumlarla gelen yiyeceklerin görgüsüzce tüketildiği sofralarda şımarık pozlar veriyorlar. Öykünmekle öfkelenmek arasında gidip geliyoruz onları izlerken.
Orta sınıfın konumunu boşalttığı bu sosyal katmanda, hayat son süratle alttakiler – üsttekiler olarak şekillenmekte ne yazık ki. Yaşam düzeyleri de öyle elbette. Ne var ki bu kış, yarıyıl tatilinde kayak tatiline giden varlıklı insanların kaldığı otel yangınıyla karşılaştık dehşetle bir sabah açtığımız televizyon canlı yayınında. Geç gelen iftaiyenin uzun uğraşlarla söndürdüğü yangından geriye kalan kararmış otel iskeleti ve hayatlarını kaybeden 78 kişinin günlerce dinlediğimiz hüzünlü biten ayrıcalıklı hayat hikâyeleri, üstte olmanın bile görece olduğu ve her zaman güvence sağlamadığını hatırlattı bizlere. Çünkü zihnimizin derinliklerine bastırmak istediğimiz olayın aylar sonra çıkan bilirkişi raporunu aktaran spikerden, yangın başladığı anda otel yöneticilerinin herkesi uyarmak yerine kurtarılacak konuklar, feda edilecek müşteriler ayrımıyla hareket ettiklerini öğreniyoruz.
Bu kadar hızlı, rastlantısal ve kontrolü dışında yaşadığı hayat, insan için hayra alamet değil. Ne var ki umudu yeşertecek güç ve cesaret gene insanda. Özfarkındalığa sahip zeki bir varlık olarak insan, özgürlük tutkusundan vazgeçmeden ve bu tutkunun yüklediği sorumlulukları yerine getirerek, yarattığı sistemlerin yabancılaştıran köleleğinden kendisini gene kendisi kurtarabilir.
*****
Mehmet Ramazan Kimdir?
Orta ve yüksek öğretim kurumlarında öğretmenlik yaptım. Öğrettiğim İngilizce, benim için hem meslek hem de edebiyat okuru olarak fazladan bir dil anlamına geldi.
80’lerin ortalarında dönemin kimi edebiyat dergilerinde şiir ve edebiyat yazıları yazdım.
Kısa süre önce kendiliğinden ortaya çıkıveren yazma eğilimi beni öyküye yönlendirdi.