
Mehmet Ramazan
Bu yazının bir bölümünün konusu olacak kitabı çıktığında, Erol Ağabey’in beni haberdar etmesinden çok mutlu olmuştum. Beni bir kardeşi, arkadaşı olarak gördüğü, önemsediğinin de ifadesiydi bu. Yayımlanışından kısa süre sonra ikinci baskısı yapılan kitap, kimi tedarik sorunları nedeniyle elime biraz gecikerek geçse de zevkli bir okumayla dağarcığıma birçok yeni bilgi kattı. Ne var ki, iş yazmaya gelince; uzun yıllara yayılan titiz araştırma ürünü bu benzersiz kitabın çok daha farklı bir dikkat gerektirdiğinin bilincindeyim.
80’lerin ikinci yarısında şiir ve şiir üzerine bir şeyler karaladığım olmuştu. Sonra aniden, sadece samimi edebiyat okuru olmanın daha iyi bir fikir olduğuna karar verdim. Ta ki birkaç yıl önce bölük pörçük hikâyeler yazmaya başlayana kadar. Başta buna kendim de şaşırdım. Şaşkınlığımın tek nedeni insanların yazarlık yeteneklerini genellikle bulunduğum yaşın tersine, çok daha genç evrelerde keşfetmesi değildi. Kim bilir, belki de farkına varmadığım diplerde yatan bir ihtiyacın karşılanmasına yönelik bir istekti. Yetmiş yaşında sınava girip üniversete okuyanlar gibi. Direnmedim, izin verdim bu iç arzunun kendini tatmin etmesine. İşte böyle bir iç hesaplaşma dönemine rastlar Erol (Çankaya) Ağabey’le karşılaşmam. Karşılaşma derken, aslında hiç yüz yüze gelmedik biz. Aramızdaki iletişimin zemini sosyal medya dostluğu olmasına, beni yeterince tanımamasına rağmen, mesajlaşmalarımızda ihtiyacını duyduğum yazma ve okuma önerilerini asla esirgememiştir.

Erol Ağabey’le birkaç yıl önce sosyal mecrada karşılaştığımı söylesem de aslında onu 70’li yılların sonlarında tanıdım. Cehennem Biziz kitabındaki şiirleriyle. Cehennemin çeşitli inançlarda ateşli bir yer tanımına uygun olarak düzenlenmiş etkileyici kapağı ile kitap, uzun yıllar sınırlı kitaplığımın elimi attığımda bulacağım, en görünür yerinde durdu. Sanırım, seksenlerde yer değiştirmeler, taşınmalar nedeniyle diğer birçoğu gibi o kitap da elimden çıktı. Öğretmen olarak tayinim gecikince, kız arkadaşımın çağrısıyla İstanbul’a gittim. 80’lerin ortalarına ilerliyorduk. Bir özel lisede işe başladım, birlikte ev tuttuk. Arkadaşımın güzel sanatlar öğrencisi olması, beni de edebiyata yaklaştırdı. Geriye dönük belleğim beni yanıltmıyorsa, Erol Ağabey’in adına, şiirine Attila İlhan’ın o dönem yönettiği Sanat Olayı dergisinde de rastladığımı hatırlıyorum. Ya da belleğin yanlış bir kurgusu olarak o dönem Adam Yayınları’ndan çıkan Asıl Adı Gökyüzü ile ilgili olabilir mi hatırladıklarım? Neyse, sonrasında Erol Çankaya kendisini unutturdu. Zaten o yıllar birçok şey gibi şiirin de savrulma yıllarıdır. İmge, söz, ses oyunlarıyla yeni bir şiir yaratma iddiasıyla ortaya çıkan 80 kuşağının, sonraki yıllarda şiiri tükettiği günümüzde genel bir kabuldür. Kim bilir belki de değişen siyasi, sosyal iklimle edebiyatın da evrileceği biçimi kestiren bir önceki kuşağın güçlü şairi Erol Çankaya köşesine çekilmeyi, şiirden uzak kalmayı tercih ediyordu.
Unutmak dediğimiz şey, bilinenin bellekten silinmesi değil, bilincinde olduğumuz bir unsurun daha alt katmanda bir yere inmesi değil midir? Birkaç yıl önce Facebook’ta karşılaştığımda, Erol Çankaya adı ve şiiriyle ilgili çağrışımlar kendiliğinden bilince yükseliverdi. Sosyal medyada dostluk, daha doğrusu ağabey kardeş iletişimimiz böyle başladı.
Google’da yapılacak bir aramada, kitabına koyduğu kendisine dair bilgiden biraz fazlasını bulmak mümkün. 70’lerin sonlarında Cehennem Biziz şairinin kimliğini merak eder, arkadaş sohbetlerimizde birbirimize sorardık. Hiç unutmam bir gün, aramızda edebiyat dünyasına en yakın olduğunu düşündüğümüz arkadaş, o Turgutlu’da kaymakam, dedi. Ya mülkiye mezunu olduğundan böyle söylenirdi ya da gerçekten bir kaymakamlık dönemi oldu. Hafızalarımız Erol Çankaya adını, hâlâ şair olarak eşlese de elimizdeki Türk Edebiyatı’nın Uzun Yolculuğu kitabını onun çok daha üretken olduğu, artık bilgi sahibi olduğumuz uzun yıllara yayılan akademisyenliğine borçluyuz.

Kitaplar okurda önce kapaklarıyla ilgi uyandırır. Türk Edebiyatı’nın Uzun Yolculuğu’nun kapağı yatay bir çizgiyle ortadan ikiye bölünmüş. En tepede kitabın alnında kırmızı arka plan üstüne beyaz harflerle ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne 100. Yılına Armağan’ yazısı var. Solda yazarın adı Erol Çankaya, sağda bir çerçevenin içinde İmge Kitabevi yazısı ve yazının üstüne oturmuş meraklı kedi; kapağı ortalayacak şekilde kitabın adı yazıyor: Türk Edebiyatının Uzun Yolculuğu. Kapağın alt bölümüne Şeker Ahmet Paşa’nın ‘Mehtapta Yelkenliler’ resmi yerleştirilmiş. Tanzimat Fermanı’nın başlattığı tarihsel dönüm noktasından iki yıl sonra 1841’de doğan ressamın yelkenlileri, Erol Çankaya’nın yolculuk metaforu üzerinden ele aldığı edebiyat tarihimizi anlatan kitabıyla her anlamda örtüşüyor. Böylece yola çıkıyor, yazarın hazırladığı haritanın kılavuzluğunda edebiyatımızın dolaştığı yollarda yolculuğa başlıyoruz.
Türk edebiyatının yolculuğu, Batılı edebi türlerle tanıştığımız tarihi dönemle başlıyor. Tanzimat bu anlamda bir miladı oluşturuyor kuşkusuz. Anlaşılacağı üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan daha eskilere gider edebiyatımızın yolculuğunun başlangıcı. Yolculuklar maceralarla dolu hikâyeleri içerir. Kitabı, açıkçası edebiyatımızın nefes kesici hikâyesi olarak okudum ben. Yaşanan siyasi, sosyal, tarihi olayların arka planıyla anlatılan edebiyatımızın izini sürmek bana büyük bir okuma hazzı sundu.
Eğer görsel öğrenme stilinde biriyseniz; kitap Türkiye’nin tarihsel, siyasi, sosyal hatta coğrafi bağlamına oturtulan çok renkli bir edebiyat haritası olarak şekillenmesi muhtemeldir zihninizde. Tanzimat’la başlayan, oradan günümüze uzanan bir yol, yolculuk haritası. İlk bölümün başlığı: Türk Ulusçuluğunun Doğuşu ve Kültürel Araçları. 1921’de Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Ankara’ya gelen genç şair Nazım Hikmet’i Mustafa Kemal’in huzurunda görüyoruz. İstanbul’un işgali nedeniyle Anadolu’ya geçen, Milli Mücadele’ye oradan katılmak isteyen birçok edebiyatçı, aydından biri de odur. Milliyetçilik akımlarıyla parçalanan Osmanlı toprağında kendi başına kalan Türk halkının aydınına içinde bulundukları koşullar Anadolu’ya gitmek dışında başka bir seçenek bırakmamıştır. Bir taraftan Kurtuluş mücadelesini sürdürürken, kendi halkının milliyetçilik bilincini de oradan bina edecektir. Türklük el değmemiş, bozulmamış en saf haliyle Anadolu’dadır inancıyla. Türk Ocakları, Halk Evleri bu anlayışın halk arasında örgütlediği kurumlardır. Halide Edip’in başkanlığında kurulan Rus Narodnik hareketinden esinlenen Köycüler Cemiyeti’nin amacı da diğerlerinden farklı değildir.
Bölüm başlıkları, alt başlıklar zengin içeriği okuma isteği yaratmakta. Üçüncü bölüm Milli Mücadelenin yürütüldüğü, kazanıldığı ve yeni ulus inşasının başkenti Ankara’nın edebiyattaki yeriyle ilgili. Dördüncü bölüm şiire ayrılmış: Türk şiirinde İstanbul. Beşinci bölüm bereketli topraklarıyla Çukurova’nın edebiyata yansımasını ele alıyor. Kitabın da adını taşıyan Türk Edebiyatının Uzun Yolculuğu’, son bölümü oluşturuyor ve alt başlıklarıyla yolculuğun sonuna geliyoruz. Elbette biten her şey gibi biten edebiyat yolculuğu da okurda hüzün yaratıyor. Elbette biten kitap, edebiyatın kendi yolculuğu sürmekte, sürecek. Bir başka zaman bir başka değerli yazarın anlatmasını bekleyerek.
Kitabın sonunda her bölüme dair çok zengin bir kaynakça var. Kaynak zenginliği kitabın ne denli titiz, geniş bir araştırmayla hazırlandığını gözler önüne sererken, meraklısına da çok yararlı bir okuma listesi sunuyor. Yolculuğun hazzını sürdürmek isteyenler için.
*******
Mehmet Ramazan Kimdir?
Orta ve yüksek öğretim kurumlarında öğretmenlik yaptım. Öğrettiğim İngilizce, benim için hem meslek hem de edebiyat okuru olarak fazladan bir dil anlamına geldi.
80’lerin ortalarında dönemin kimi edebiyat dergilerinde şiir ve edebiyat yazıları yazdım.
Kısa süre önce kendiliğinden ortaya çıkıveren yazma eğilimi beni öyküye yönlendirdi.