Mehmet Ramazan

Bütün eserlerinde, büyüdüğü güney eyaletlerde ırksal ve sınıfsal nedenlerle ayrımcılığa uğrayan yoksul insanlara duyduğu yakın ilgiyle onların hayatlarını, mücadelelerini anlatan Erskine Caldwell’in benzer bir konuyu ele aldığı öyküsünü seçmiştik o günkü edebiyat toplantımız için. İlçemizin güzel mahallesinde sıkça gittiğimiz Çamlaraltı Asmalı Bahçe’de buluştuk. Hava serin olmasına rağmen sohbetimiz canlı ve içimizi ısıtan çaylarımız kadar sıcaktı. Agnes’in sarsıcı hikâyesini kendi hikâyelerimizle daha anlaşılır kılmaya çalıştık. Edebiyat sohbetimizin ardından Bülent Ecevit’in güvercin uçuran heykelinin bulunduğu ve onun adını taşıyan1 Mayıs toplanma alanına geçtim. Buradan, konuşmaların yapılacağı Atatürk Meydanı’na yürüdük topluca bayraklarımızı sallayarak ve coşkuyla haykırarak emeğe inancımızın şarkısını. Bolca andık geçmiş 1 Mayısları.
Erskine Caldwell’in ülkesinde 1 Mayıs 1886’da Amerikan İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na bağlı işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma yasasına karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Birçok eyalette siyah ve beyaz ırktan işçiler, emeğin birleştiren gücünü birlikte haykırdılar caddelerde, meydanlarda. Bundan üç yıl sonra toplanan İkinci Enternasyonal‘de bir Fransız işçi temsilcisinin, Amerikan emekçilerinin hak talebinden aldığı esinle sunduğu öneri kabul edildi ve1 Mayıs’ın tüm dünyada ‘Birlik, mücadele ve dayanışma günü’ olarak kutlanmasına karar verildi.
1936 – Fransız işçileri 1 Mayıs’a çağırmak için hazırlanan afiş.

Sınıfsal bilincin bulunduğumuz topraklara ulaşması uzun sürmedi. Osmanlı döneminde 1909’da İzmir’de, 1911’de Selanik’te liman, tütün, pamuk işçileri dünya emekçileriyle aynı gün meydanlara çıktı. 1 Mayıs İstanbul’da ilk kez 1912’de kutlandı. 1923’de Türkiye cumhuriyete doğru yol alırken, 1 Mayıs yasal olarak işçi bayramı olarak kabul edilmesine rağmen, bir yıl sonra kitlesel kutlamalar yasaklandı. Sonraki yıllarda bahar bayramı olarak tatil günü ilan edilen 1 Mayıs, yıllar sonra 1976’da Devrimci İşçi Sendikaları’nın İstanbul’da düzenlediği geniş katılımlı bir kutlamayla yeniden gerçek anlamına kavuştu. Ne yazık ki, bir sonraki yıl kutlama proğramının sonunda kalabalıklar Taksim meydanından ayrılmak üzereyken üzerlerine ateş açıldı. Kanlı 1 Mayıs olarak anılan olaylarda 34 kişi yaşamını yitirdi. Nihayet, ödenen bütün bu bedeller neticesinde 2008’de dönemin hükümeti 1 Mayıs’ın ‘Emek ve Dayanışma Günü’ olarak kutlanmasını kabul ve o günü tatil ilan etti.
Sözlükte emek, ‘bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü’ olarak tanımalanır. Üretimi gerçekleştiren insanın fiziksel ve düşünsel katkısının en yalın tanımıdır bu. Emeğin bir özelliği de insan ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik olmasına rağmen, emeğin yabancılaşması nedeniyle, üretenin ürettiği ürünü satın alacak ekonomik güce sahip olmaması, dünyada ve ülkemizde günümüz ekonomik anlayışının yaygın bir çelişkisi olarak hayatlarımızı yoksullaştırmaya devam ediyor. Örneklemek gerekirse, 2023’te yüzde 56 ile rekor düşük seviyeye gerileyen ev sahipliği, bize ülkemiz nüfusunun yarısının kiracı olduğunun çarpıcı anlatımıdır. TOKİ inşaatlarında çalışan işçiler bu sayısal verinin dışında değildir; o evleri yaparken bir gün kendilerine ait evlerde yaşamanın hayalini de kurarlar aynı zamanda.
Ülkemizde mili gelirin adaletsiz dağıtımının yol açtığı bozuk düzende nüfusun yüzde onluk ufak bir kesimin milli servetin yarısını alması, toplumsal barış açısından yıkıcılığı kanıtlanmış bir uygulamayı yansıtmaz mı? Dünya genelinde de hüküm süren bu çarpık sosyoekonomik düzen insanlık için ne kadar sürdürülebilir?
Aslında 1 Mayıslar, dünyada ve ülkemizde insan yaratıcılığının, yine insanın kendi yarattığı sistemlerle çatıştığı özgül tarihi sembolize eder. Oysa çelişkilerden arınmış daha yaşanır bir dünyanın kapıları, yaratıcı olan, üreten geniş kitlenin gücünü fark etmesiyle bir anda açılabilir. Umut; 1 Mayısların, insanın kendi yaratıcılığına olan inancını kısa zamanda kolektif bilince taşımasında.
*****
Mehmet Ramazan Kimdir?
Orta ve yüksek öğretim kurumlarında öğretmenlik yaptım. Öğrettiğim İngilizce, benim için hem meslek hem de edebiyat okuru olarak fazladan bir dil anlamına geldi.
80’lerin ortalarında dönemin kimi edebiyat dergilerinde şiir ve edebiyat yazıları yazdım.
Kısa süre önce kendiliğinden ortaya çıkıveren yazma eğilimi beni öyküye yönlendirdi.