düş değil bu hayal değil he hey be hey
yetmişbin dev işçim kalktı yürüdü.
kokuşmuş düzene sahip çıkanın
alnın çatına baktı yürüdü yürüdü yürüdü….
yeter demek için patron kârına he hey be hey
dev adımlar selam yazdı yarına he hey be hey
işbaşından cadde ortalarına
kükreyen sel gibi aktı
yürüdü yürüdü yürüdü
yürüdü yürüdü yürüdü
çıplak ayaklısı, yanık döşlüsü he hey be hey
işten atılmışı, keser dişlisi he hey be hey
sakatı, hastası, genci, yaşlısı yaşlısı yaşlısı
evinden dışarı çıktı
yürüdü yürüdü yürüdü
yürüdü yürüdü yürüdü
o barış yerine kavgayı seçen,
alnının terini su diye içen,
kıyıda köşede eline geçen
demiri iki kat büktü
yürüdü yürüdü yürüdü
yürüdü yürüdü yürüdü
Âşık İhsani
Haziran’da Sokağa İnen Onur
Türkiye İşçi Sınıfı’nın en gür sesi 1970 yılının sıcak bir Haziran sabahında yankılandı. O sabah, İstanbul ve Kocaeli sokaklarında sadece ayak sesleri değil, alın teriyle yoğrulmuş bir öfke, onur ve dayanışma duygularıyla donanmış bir sınıfın öfkesi büyüyordu. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, sadece bir protesto eylemi değil, tarihe adını altın harflerle yazdırmış, Türkiye İşçi Sınıfı’nın varoluş mücadelesiydi.

Türkiye’nin işçi sınıfı tarihi, kan, ter, onur ve umutla yazılmış bir mücadeleler tarihidir. O tarihin en güzel fasılalarından biri de, 1970 yılının o unutulmaz Haziran günlerine aittir.
Her şey, dönemin Adalet Partisi hükümetinin 274 ve 275 sayılı Sendikalar ve Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasalarında yaptığı değişiklikle başladı. Bu değişiklikler, DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) gibi bağımsız sendikaların büyümesini engellemek, mümkünse yok etmek için, işçileri TÜRK-İŞ gibi daha ılımlı sendikalara mecbur bırakmak için yapılmıştı.
Yapılan yasal değişiklik, işçilerin kazanılmış haklarını yok saymak anlamına geliyordu. Anayasaya da aykırıydı ama esas sorun, bu değişikliklerin emekçilerin sesine kulak verilmeden, bütün uyarıları rağmen adeta bir oldu-bittiyle TBMM’den geçirilmesiydi.
Ancak iktidarın hesaplayamadığı, artık işçilerin yalnızca geçim derdiyle değil, örgütlenme hakkı ve onurlu bir yaşam için de mücadele edebilecek kadar örgütlü ve geleceklerinin bu kavgaya bağlı olduğunu anlayabilecek kadar da bir bilince erişmiş olmasıydı.
On binlerce işçi, İstanbul ve Kocaeli başta olmak üzere Türkiye’nin sanayi bölgelerinde gücünü kullanarak üretimi durdurdu. Fabrikalar boşaldı. “Sokaklardan caddelere doğru sesler yükseldi.” Kadın-erkek, genç-yaşlı demeden işçiler “Ekmek Yoksa Barış da Yok”, “Sendikasız Yaşam, Köleliktir” sloganları atarak caddeleri, sokakları, meydanları inlettiler. “Gönlün yoksa ezilmeye, sen de katıl direnişe, İşçilerle, işçilerle, işçilerle elele” diyerek de halkı ve gençliği kendilerine destek vermeye çağırdılar. Kadın işçiler en ön saflardaydılar.” Bu yasa geçerse işçi sınıfı biter!” diyen DİSK öncülüğünde gerçekleştirilen bu başkaldırı, en meşru, en kitlesel ve en cesur işçi eylemi olarak Türkiye tarihinde yerini aldı.
Bu haklı direnişe devletin cevabı ise çok sert oldu. Askeri, polisiyle işçileri durduramayacağını anlayan İktidar İstanbul Valiliği aracılığı ile 16 Haziran sabahı sıkıyönetim ilan etti. Tüm gösteriler yasaklandı. Emniyet güçleri barikatlar kurdu, gaz bombaları ve coplarla yürüyüşçülere müdahale etti. Paşabahçe, Kadıköy, Kartal ve Topkapı başta olmak üzere pek çok yerde çatışmalar yaşandı. Dört işçi yaşamını yitirdi. Binlerce işçi gözaltına alındı, 1000’den fazla kişi işinden oldu. İşçiler gözaltında işkencelerden geçirildiler, bazıları işten atıldı. Ama egemen güçler bir şeyi başaramadılar: O mücadele ruhunu ve oluşan sınıf bilincini bastıramadılar.
Timur Selçuk’un sesinden İzlemek için tıklayın!
DİSK ve bağlı sendikalar, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Ve mücadele sonuç verdi: Anayasa Mahkemesi, yapılan yasa değişikliklerini iptal etti. Ancak süreç burada bitmedi. Direnişin işçi önderleri hakkında davalar açıldı. İşçiler “ayaklanmaya teşvikten” yargılandı. Fakat kamuoyu baskısı ve direnişin meşruiyeti nedeniyle bu davalar sonuçsuz kaldı. Tarih, 15-16 Haziran olaylarını işçi sınıfının hanesine egemen güçlere karşı kazanılmış bir zafer olarak yazdı.
Kimi zaman bu tür tarihsel olaylar hakim güçler tarafından “geçmişin tozlu raflarına” kaldırılmak, unutturulmak istenir. Ama 15-16 Haziran, ne bir nostalji, ne de sadece bir anma konusdur. Bugün bile asgari ücretle yaşam mücadelesi veren, sendikalı olmaya çalışırken işten atılan, taşeron sisteminin boyunduruğuna sokulmuş, iş güvenliği ve iş güvencesi olmayan milyonlarca emekçinin yüreğinde o günün mücadele mirası hâlâ kıpır kıpırdır.
Evet, 1970’teki gibi yüz binlerin yürüdüğü günleri tekrar yaşamak kolay değil. İş gücü artık daha dağınık, güvencesizlik, örgütsüzlük had safhada. Ama şunu unutmamak gerek: 15-16 Haziran, işçilerin yalnız olmadığını, birlikte olduklarında da neleri değiştirebileceklerini gösteren en güçlü örnektir.
Dünyada emeğiyle geçinen herkesin bir 15-16 Haziran’ı vardır. Kimisi düşük ücret, kimisi iş güvenliği, kimisi iş güvencesi, kimisi ayrımcılık, kimisi sendikasızlık, kimisi sadece sesini duyurabilmek adına yaşar bu direnişi. Belki adını koymaz ama yaşar. 15-16 Haziran, bir tarihten fazlasıdır. Bu topraklarda emeğin, hakkın ve onurun en yüksek ses tonuyla konuştuğu gündür.
Bu yüzden, 15-16 Haziran Türkiye İşçi Sınıfı için sadece dünde kalan bir tarih değil; bugünün ve yarının sınıf mücadelesine yön ve yol gösteren kutup yıldızıdır.