Ertuğrul Kürkçü: “Şimdi bir başyapıt meydana getirme işi Sırrı’nın hekimlerinde. Umuyoruz ki, onlar bu onarılması neredeyse imkânsızlaşmış kalbi oya gibi işleyerek kendi başyapıtlarını -biyolojik olarak yeniden inşa edilmiş Sırrı Süreyya Önder’i- sevdiklerine iade edecekler. Sonra sıra başyapıtın montajına gelecek…” ifadelerini kullandı.
HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, geçirdiği kalp hastalığı nedeniyle yoğun bakımda tedavi gören ve hayati tehlikesi devam eden TBMM Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder’le ilgili bir yazı kaleme aldı
İşte Ertuğrul Kürkçü’nün yazısı:
Sırrı Süreyya Önder, aşılması en zor görünen engeli arkada bıraktı. Hekimlerinden yeniden hayata tırmanışını sürdürdüğünü işittikten sonra hep birlikte derin bir nefes alabiliriz. “Hayati tehlike sürüyor” ama hayat da sürüyor. Sırrı hep hayati tehlike altında yaşaya gelmiş olduğundan, bedeninin onu taşımaya devam edeceğine inanmamız yalnızca bir avuntudan ibaret sayılmamalı.
Onu tanıdığım kadarıyla -kendisinden başka hiç kimsenin bir çiçek dürbününden farksız bu ruhu tam manasıyla tanıyabileceğini sanmam- Sırrı’nın yalnızca kendisi için ve yalnızca kendi başına yapacağını hayal ettiği asıl şey, unutulmaz filmlerin yönetmeni olmaktı. Bunun önündeki tek ama, aşmasına imkân olmayan en büyük engel icrasına talip olduğu toplumsal misyondu: “Barış kuruculuğu!”
Bu, bütün çatışkıların arasına girmek, karşılıklı ateşlenen silahların önüne kendini koymak, savaşın bütün halleri ve araçlarının -şiddetin, hilenin, yalanın, iki yüzlülüğün, kan içiciliğin- da menzilinde olmak, ama bunu telef olmadan yapması için hepsiyle arasındaki mesafeyi koruyacağı yörüngelerde hareket etmek; bütün hasımlarla görüşebilir kalmak, görüşülebilirliği sürdürmek için hasımlarının kanını içmeye ahd etmiş olanların onun “öbür taraf”la ilişkilerine hep bir kuşku merceğinin arkasından baktıklarını bilmek ama bilmezden gelmek … ve daha pek çok şey demekti -hepsi zaman, emek, enerji, iç sızısı, kahır ve pek az neşe ve sevgi demek olan pek çok şey.
Sırrı’nın, bireysel “barış kurucu”nun yaşadığı hayatla, olmak istediği şey arasındaki engelin aşılmazlığını ne zaman idrak etmiş olabildiğini ya da bunu tam olarak idrak hiç etmiş olup olmadığını kendisine soracak zamanım olmadı ama, bir yer ve bir zaman gelip, yaşamdan türettiği kurmacaları filme çekeceği bir hayatı yaşayamayacaksa, yetenekleri, deneyimi, aklı ve sezgilerini yaşadığı hayatı, tek yönetmeninin kendisi olduğu bir başyapıta döndürmeye karar vermiş olduğunu düşüne geldim.
Onu kaybetme ihtimalinin belirdiği andan bugüne geçen üç güne baktığımda, Sırrı’nın elinin değdiği, sözünün ulaştığı, çatışırlarken aralarına girmiş olduğu herkesin başyapıtında kendilerine biçtiği rolü oynamak üzere kameraların önünden geçip gittiklerini görüp onun unutulmaz bir film yönetmeni sıfatını ilk kez gerçekten hak ettiğini düşünüyorum. Sinema olarak sinema filmi çekebildiği hiçbir dönemde, pratikte bir başyapıt ortaya koymanın önündeki maddi ve manevi engelleri tam olarak aşma fırsatı bulamamıştı ama son on beş yılda kendi kendisini tayin ettiği “barış kuruculuk” pratiğini, sahnesi bütün ülke, oyuncuları devletin başındakilerden, öksüz bir Kürt çocuğa kadar herkes olan bir panoramik başyapıta dönüştürdüğünü teslim etmemiz gerekir.
Bunun sırrı, Sırrı Süreyya Önder’in yaşam kamerasını koyduğu yerde, kamerasının herkesle herkesin arasında olmasında, kimsenin bu epik filmde kendisi için seçtiği role bir sınır getirmemesinde: “İçeride veya dışarıda son terörist de bertaraf edilene kadar” insan öldürme vaadini dilinden eksik etmeyen Cumhurbaşkanı’ndan, karıncayı inciteceğini bile düşünemeyeceğiniz şarkıcıya, on beş yılın on beşinde de Sırrı’nın inandığı, onun kimliğinin bileşeni olan her şeyi barış dahil karalamaktan ar etmemiş her çeşit medya sahiplerinden, Sırrı’nın sımsıkı tutunduğu barış hayali gerçekleştiğinde ulaşmak istedikleri tek kişisel hayalleri babalarının mezarından başka bir şey olmayan gözaltında kaybedilmiş devrimcilerin oğulları ve kızlarına; eşitlik ve adalet uğruna mücadele eden sendikacılardan, popülarite meraklısı lümpen sermayedarlara; tüm ömrünü komünizmi “her gördüğü yerde ezme”ye vermiş ve şimdi “beka” derdiyle Sırrı’nın ipine sarılmış kadim milliyetçilerden, ömrü komünizme giden yolun taşlarını döşemekle geçmiş ve geçecek enternasyonalist devrimcilere ve daha nicelerine, hiçbiri Sırrı’nın eserinin -yani yaşamı ve mücadelesinin- değerinden kuşku duymuyor ve hepsi rollerini gönenerek üstleniyor ve hakkını veriyorsa, tarihte eşi kaydedilmemiş bir başyapıtla karşı karşıya olduğumuza ne şüphe.
Ama her şey karşılıklı, şimdi bir başyapıt meydana getirme işi Sırrı’nın hekimlerinde. Umuyoruz ki, onlar bu onarılması neredeyse imkânsızlaşmış kalbi oya gibi işleyerek kendi başyapıtlarını –biyolojik olarak yeniden inşa edilmiş Sırrı Süreyya Önder’i- sevdiklerine iade edecekler. Sonra sıra başyapıtın montajına gelecek…