“Bütün bunlar olurken muhalefet ne yapıyor? Uzun süre Titanik’in güvertesinde şezlongların yerlerini düzenlemekle uğraştı. Bir süredir keskin demeçler sert eleştiriler, geniş katılımlı mitingler gibi umut veren gelişmeler de var. Ancak bunların da rejim yoluna devam ederken, gerçekdışı umutları besleyen, “bu durumdan çıkış arama” tartışmasını karartan bir rutin haline gelme riski de var.“
(Ergin Yıldızoğlu’nun Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazısını tekrar dikkatinize sunuyoruz. Muhteşem bir yazı. Mutlaka okumalısınız! Ç.T.)
Ergin Yıldızoğlu/Cumhuriyet

Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor. Karşımızda 102. yılında, Cumhuriyeti anormallik olarak gören bir iktidar var. Değerli dostum Merdan Yanardağ’ın “casusluk” suçlamasıyla tutuklanması, tüzel bir kişiliği olan Tele1’e kayyum atanması, bu kayyumun, ayağının çamuruyla bu tüzel kişiliğin dijital mülkiyetlerini imha etmesi son yıllarda sık sık kullandığım “absürdistan” betimlemesine bile “taş çıkarttı”. Artık tek tek olguların ötesine geçerek “bütünü” adlandırmak gerektiğini bir kez daha gösterdi.

Çocuklara resim çizmeyi öğreten kitaplarda noktalarla dolu sayfalar vardır. Noktaları birleştirmeye başlayınca karşınızda bir resim şekillenmeye başlar.
Şimdi, geçen 20 yılın dönüm noktalarını anımsamak, son olaylarla birlikte bir sayfanın üzerindeki noktalar gibi düşünmek, o noktaları birleştirmek, ortaya çıkacak resme dikkatle bakmak gerekiyor. Baktığımızda, AKP döneminde şekillenen şeyin yalnızca yeni bir iktidar değil, aynı zamanda ve daha da önemlisi yeni bir devlet biçimi olduğunu göreceğiz.
İlk nokta olarak 2010’u alabiliriz: “Yargı bağımsızlığı” denerek yapılan anayasa değişikliği, yargının yürütmeye bağlanmasının kapısını açtı. 2016 “darbe girişimi”, bu sürecin hızlandırıcısı oldu. Olağanüstü hal altında 100 binden fazla insan işten çıkarıldı, kurumlar yeniden dizayn edildi. 2017 referandumu devletin biçiminin dönüştüğü andı. Yasama, yürütme, yargı tek merkeze bağlandı. Artık devlet “makinesi”, “liderin” iradesiyle işleyecekti. Bu merkezileşme sessiz ve sistemli bir biçimde devam etti, hâlâ da ediyor.
Bu süreçte, devlet artık yalnızca güvenliği değil, toprağın, evin, mülkiyetin de kaderini belirtiyordu. Rejim muhaliflerinin düzmece gerekçelerle, itirafçıların yönlendirilmiş sözleriyle hapse atılmaları da artık sıradan bir uygulamaya dönüşmüştü.
Bir yandan da toplumun eleştirel damarları teker teker kesiliyordu. Tele1’e yönelik susturma, yok etme hamlesi, YouTube kayıtlarının silinmesi salt bir televizyon kanalına saldırı değil, bir hafıza tasfiyesi çabasıydı. Devlet artık vatandaşının, neyi hatırladığını da kontrol etmek istiyordu. YouTube kayıtlarının silinmesi, siyasal İslamın militanlarının ellerine fırsat geçince kültür alanında neler yapabileceklerini de gösteriyordu.
Şimdi savcılara “şüphe” gerekçesiyle daha mahkeme kararı gelmeden, mülkiyete el koyma yetkisi verecek yasa hazırlığı bu sayfaya yeni bir nokta ekliyor. Bu, kapitalizmde, bireyin bağımsızlığı, özel mülkiyet güvencesi ilkesinden, feodal egemenin mülk ve kulluk sistemine doğru giden yolda, çoktandır sistemli biçimde aşındırılan yurttaşlık kurumunun da fiilen sonunu haber veriyor. Gerçekten de bir yurttaş, sadece muhalif bir söz söylediği, bir tweet attığı, bir paylaşımı beğendiği için işinden, özgürlüğünden, kimliğinden edilebiliyor. Muhalefeti korumayan ama bağlayan, yandaşları koruyan ama bağlamayan bir “düşman hukuku” yerleşti. Toplum, susmanın daha güvenli olduğu fikrine alıştırılıyor.
Tüm bu gelişmeler, birbirinden kopuk değil. Noktaları birleştirdiğinizde, yargıdan mülkiyete, medyadan hafızaya uzanan bir resim ortaya çıkıyor. Bu resmin kültürel boyutunda seküler eğitim sistemine yönelik sabotajlar, günlük konuşmalarda ve yazında Arapça sözcüklerin giderek daha fazla, adeta entelektüellik göstergesi gibi bir aymazlıkla kullanılması, Diyanet’in, cemaatlerin, devletin ideolojik aygıtlarına dönüşmesi var. Kadın, LGBTQ haklarını hatta varlıklarını yok sayma eğilimi var.
Bu resim, bir yandan devlet mutlak merkezileşmeye, öte yandan toplum lidere biat etmeye sürüklenirken seküler Cumhuriyetin dayandığından farklı bir “dini hakikat rejiminin” yerleşmekte olduğunu da gösteriyor.
Bütün bunlar olurken muhalefet ne yapıyor? Uzun süre Titanik’in güvertesinde şezlongların yerlerini düzenlemekle uğraştı. Bir süredir keskin demeçler sert eleştiriler, geniş katılımlı mitingler gibi umut veren gelişmeler de var. Ancak bunların da rejim yoluna devam ederken, gerçekdışı umutları besleyen, “bu durumdan çıkış arama” tartışmasını karartan bir rutin haline gelme riski de var.
Noktaları birleştirince ortaya, kimsenin adını anmak istemediği ama herkesin sezdiği o “canavarın” resmi çıkıyor. Tarih de bize, adını koymadan mücadele edilemeyeceğini söylüyor.

