Gölcük /Değirmendere Çınarlı Meydanı, Ağustos, 99′

Değirmendere Belediyesi…
Zorlukların içinde sevgi üreten yürekler!
Rehabilitasyon merkezlerini kurduğumuz her yerde, hayatın her geçen gün biraz daha zorlaştığını bizzat yaşayarak görüyorduk. Önce Değirmendere’de, sonra Gözlementepe’de… Coğrafyanın zorlukları, mevsim koşullarının değişkenliği, yangın, sel, sıcak, soğuk, yağmur, çamur ve hastalıklar; yaşanmış felaketi daha da ağırlaştırıyordu. Sevdiklerini kaybeden insanların bütün bunlara katlanması gerçekten mucizeydi.
Küçücük Değirmendere’de 8 dönümlük sahil şeridi denize gömülmüştü. Belediye ek binaları, karakol, kütüphane ve sahildeki heykellerin bulunduğu park, denizin yuttukları arasındaydı. 3000’in üzerinde konut ve 250’ye yakın işyeri yıkılmış, 524 kişi hayatını kaybetmişti. Yaralı sayısı ise bunun kat kat üzerindeydi. Altı–yedi katlı binalar, adeta tek katlık beton yığınına dönüşmüş, katlar arasında tek bir yaşam boşluğu bile kalmamıştı. Göçük altından çıkarılamayan bedenlerden yayılan koku, Gölcük üzerine kara bir bulut gibi çökmüştü. Nereye gitsek, tarifi mümkün olmayan o çürümüş et kokusunu soluyorduk.



Facianın boyutları akıl almaz derecede büyüktü. Ama biz, hiç o tarafa bakmadan, felaketin ağırlığını konuşmadan, yalnızca yapmamız gerekenlere odaklanıyorduk. Kimse şikâyet etmiyor; “ah” demeden gece yarılarına kadar çalışıyordu.
Çadır kuruyor, okul temizliyor, yardım dağıtıyor, gelen tır ve kamyonları boşaltıyor, çevredeki çadırkentlerin ihtiyaçlarını belirleyip elimizdeki fazla malzemeleri oralarda dağıtıyorduk.
Bölgede yaptığımız ilk toplantıda, çocuklar ve aileleriyle duygusal bağ kurmaktan kaçınmamız gerektiğini de kararlaştırmıştık. Çünkü aksi halde acil işlerimizi yapmakta zorlanacağımızı düşünüyorduk.

Ama gönüllülerimiz, alınan kararlara rağmen, çocukları sarıp sarmalamadan duramıyordu. Onların acılarını unutturmak için içgüdüsel bir eğilim gösteriyorlardı. Bu yüzden çocuklarla gönüllüler arasında sevgi bağı hemen kuruluyordu. Çocuklar kucaklardan inmiyor, boyunlara sarılıyor, ders saatleri dışında bile bizimkilerin peşlerinden ayrılmıyorlardı. Çünkü istedikleri şey yalnızca ilgi ve sevgiydi.
“Eğer sevgi üretmiyorsa yüreğiniz, başarılı bir üretici değilsiniz..” Karl Marx “
Gölcük / Değirmendere, Cengiz Topel İ.Ö.Okulu ve Kızılay Çadırkent çocuklar ve gönüllüler….














O çocuklar hiç unutulur mu?
18 saat göçük altında kalan Esra… Uzun saatler tek kelime etmeyen Murat…Gözlerindeki ürkekliği silemeyen Kübra ve Büşra… Anne ve babasını çadırlardan çıkaramadığımız Rahman… Sarsıntıları olağan karşılayan ve gönüllülere:“Korkma abla, bu artçı… Artçı olması lazım.”diyerek moral veren 11 yaşındaki Ferdi… ilk oynamak istediği oyunun adı : “Sen balkondan atlamak istiyorsun, ben de sana ‘Sakın atlama!’ diye sesleniyorum” diyen beş yaşındaki Emrah… Dört yaşındaki bir kızın yedi saat boyunca enkazın bir parçası altında kalması…
Okuma yazma bilmeyen ve evde sürekli şiddet gören üçüncü sınıfa giden Orhan… Dünya güzeli torunu Aydoğan’ı getiren ve yardım değil psikolojik destek bekleyen o büyük annenin “kızımın sesini iki gün aldım, göçük altından”deyişi… Psikolog Ahmet’in hastası delikanlının “12 saat bir ölüyle göçükte kaldım” sözleri…Kayıp yeğenlerinin bizimle olabileceği umuduyla içeri dalan beş tane acılı adam… Dört güne kadar doğurması beklenen kadının cımbız arayışı…Özel eğitime ihtiyaç duyan Mustafa… ve diğer yüzlercesi…
Pelin Hoca (Karakurt), Reyhan Hoca (Leflef), Sayme Hoca (Koşar), Serap Hoca (Aydın), Ayten Hoca (Oral), Aslı Attar, Hülya Özen, Mehmet Ali Hoca (Öztürk), Doktorumuz Uğur (Özkutlu), Veterinerimiz Deniz (Gürer), Süleyman Hoca (Dinç), Yakup Akbaş, Meltem Kocaman, Cem Sürücü, Birkan Tunç, Gökhan Zoroğlu, Ali Cengiz Akdeniz, Emrah Yıldız ve diğer gönüllüler, adeta her biri birkaç çocuğun ebeveyni olmuşçasına farklı çocuklarla yakından ilgileniyorlardı. Arkadaşlarımızın çocuklarla ve aileleriyle kurduğu ilişki, örnek bir dayanışmanın ifadesiydi. Ancak bu yaklaşım, onları her bir ailenin özel hikâyesine ortak ediyordu. Dertleri paylaşmak, gönüllülerin omuzlarına fazladan yük ve sorumluluk bindiriyordu.
Bir anne, oğlunu kaybetmişti ama her defasında bunu “Kızım abisini kaybetti” diyerek anlatıyor, bir başkasının acısını dile getiriyor gibiydi. Oğlunun ölümünü kabullenemiyordu.
Bir diğerinin hikâyesi ise daha acıydı. Anne ve oğlu göçük altında birlikte kalmışlar. Oğlu, “Anne beni kurtar!” diye bağırırken, anne de kurtarma ekiplerine önce oğlunu kurtarmaları için yalvarmıştı. Ancak önce anne kurtarılmış, oğluna ulaşıldığında ise cansız bedeni bulunmuştu.
Bu yük, o dönemde taşınması çok zorlu bir yüktü. Gördüklerimiz zaten yeterince ağırdı, bir de görmediklerimizin sorumluluğu altında ezilmekten, bölgede çalışamaz hale gelmekten korkuyordum. Ama bizim gönüllülerimiz o yükü de taşıyabildiler.
Bence, bu toplumun en vicdanlı, en kaliteli, en iyi insanlarından oluşan bir ilk ekip kurmuştuk. Aslında böyle oldukları; kendilerini, hiç tanımadıkları insanlara karşı sorumlu tutup; ilk günlerde yollara dökülmüş olmalarından da zaten belliydi. Hepsi tek tek kendi alanlarında uzman; müthiş yetenekli, çok mütevazı ve fedakar insanlardı.
Tabi sadece bu ekibin kurulması ve bölgeye gelmesi yetmezdi. 3-5 günlüğüne gönüllü olarak gelen bu ilk, ikinci ve hatta üçüncü ekibin her birinin bölgeden ayrılamayıp en az 10-15 gün, ve bir kısmının, Oya Çolpan, Aslı Attar, Cem Sürücü, Yakup Akbaş, Meltem Kocaman, Birkan Tunç, Halil Özen, Zafer Polat, Hülya Özen, Süleyman Dinç’in aylarca kalması hem birlikte yapılan işlerin, hem de tecrübelerin yeni gelen gönüllülere kolayca aktarılmasını sağlıyordu.
Bu önemliydi. Çünkü 1.gün orada olup altyapıyı zorluklarla hazırlayan gönüllülerle bir, iki, üç ay sonra bölgeye gelenlerin koşullar nispeten düzeldiği için algıları doğal olarak farklıydı. Birbirlerini anlamaları çok zordu. Ama bu zorluğu; ilk ve ikinci ekipten gönüllü, Mehmet Ali Öztürk, Pelin Karakurt, Reyhan Leflef, Hülya özen, Cem Sürücü, Meltem Kocaman, Yakup Akbaş, Birkan Tunç, Zafer Polat, Suat Daloğlu, Halil Özen, Ali Cengiz Akdeniz, Süleyman Dinç, Aslı Attar, Oya Çolpan, Başaran Sel, Çiğdem Yenidoğan, Cihan Bingöl gibi gönüllülerin bölgeden aylarca ellerini-eteklerini çekmemeleri ortaya konulan çalışmanın başarılı olmasını sağladı.
Değirmendere ekibimiz, her gün düzenli toplantılarla günlük çalışma proğramı ve görev dağılımı yapıyordu.



O dönemde aldığımız “çocuklar ve aileleriyle duygusal bağ kurmaktan olabildiğince kaçınmamız” gerektiğine dair karar geçersiz kalmıştı. Uygulanamamıştı belki ama, depremin ardından geçen yıllarda da o çocuklar, bu “insan evladı gönüllülerin” peşini bırakmadılar. Yazıştılar, telefonla konuştular, buluştular; adeta aile oldular. Birbirlerini ve o acılı günlerdeki dayanışmayı hiç unutmadan sürdürmeye devam ettiler. Bu durumu gönüllülerimizden Reyhan Leflef ; “Çocukların hepsinin ya bir abisi, amcası ya bir teyzesi, halası yani ailesi olmuştu.” diye anlatmıştı.
Depremin neden olduğu sorunlar, zaten var olanlarda birleşmişti. Çadırkent yaşantısı, her tür zorluğu her an karşımıza çıkarıyordu. Biz ise bütün bunların içinde, tek bir şeyin farkındaydık: Sevgi üreten yürekler, en ağır yükü bile hafifletiyordu.
Yağmur, Balçık, Korku ve Dayanışma!

Deprem bölgesine yağmur yağdığında, her yer kısa sürede balçığa dönüşüyordu. Özellikle Gözlementepe Çadırkenti, yamaç bir araziye kurulduğu için bu durum daha da zorluydu. Aynı şekilde Değirmendere’deki Kızılay Çadırkenti de toprağın üzerine, yani bir tarlaya kurulmuştu. Yağmur bastırınca yardım dağıtımı adeta kabusa dönüyordu. Çamura bata çıka çadır iplerine takılmadan ulaşmaya çalışıyorduk. Dip dibe kurulu çadırlar arasında cambaz gibi yürüyorduk. Bir elimizde yardım kolileri, diğer elimizle denge sağlıyorduk.
Değirmendere’ye vardığımız ilk gece de yağmur yağıyordu. Ertesi gün, İtalya’dan gelen tırlar geri döneceği için üzerlerindeki su kolilerini acilen boşaltmamız gerekiyordu. O yoğun yağmurun altında hem tırları boşaltığımız hem de Kızılayçadırkent’te yatak dağıttığımızı da hiç unutamam. Öyle fırtınalar yaşadık ki, çadırlarımızın uçmasından korkmuyor; biliyorduk ki uçacaklar! Nitekim Gözlementepe’deki okul çadırımız bir gece gerçekten şiddetli rüzgâr ve yağmurla yerle bir oldu. Çadırın bir kısmı uçtu, geri kalan kısmı ise kullanılamaz hale geldi.
Ama en zorlayıcı olan ne çamur ne de fırtınaydı…
Ağustos, Eylül ve Ekim aylarının kavurucu sıcağında, göçük altından çıkarılamamış insanların cesetlerinin yaydığı koku tüm Gölcük’e sinmişti. Başlarda neredeyse dayanılmaz olan o koku, zamanla insan zihni tarafından kabulleniliyor, sıradanlaşıyordu. Çünkü başka çaremiz yoktu. Ayakta kalmalıydık. Çocuklara, ailelere destek olmaya devam etmeliydik.
Çadırkent hayatı başlı başına zordu. Her gün yeni bir krizle karşı karşıya kalıyorduk. Yangınlar, sel baskınları, fırtınalar, cehennem sıcakları, aile içi şiddet vakaları… İnsanların çaresizliği zaman zaman öfkeye dönüşüyordu. Bu da biz gönüllüler için ayrı bir manevi yük oluşturuyordu. Kışın ayazı, yazın sıcağı; her koşulda orada kalanlar için yaşam çok zordu.

Üstelik deprem bitmemişti; sürekli artçılar oluyordu. Bir gün, Gölcük’ün Terası diye de tabir edilen okulumuzun bulunduğu Gözlementepe’de çadırın bahçesindeydim.
Aşağıda, ayağımın altında Değirmendere, Kavaklı, Yeniköy yani bütün Gölcük… Körfez ayağımın altındaydı… O an bir artçı deprem oldu. 6’nın üstünde bir şiddetteydi.

Bütün Gölcük ayağımın altında ve gözümün önünde bir o yana bir bu yana yalpalıyordu. Filmlerde izleyebileceğimiz sahneler gibiydi. Hem içindeydim depremin; Gözlementepe’de ben de sallanıyordum. Hem de aşağıdaki bütün kentin sallanışını ve bazı ağır hasarlı ilk depremde yıkılmamış binaların yıkılıp toz dumanları içinde kalışını izliyordum. O günü ve o sahneleri hiç unutamadım. Yaşadığım bambaşka bir histi.
Gölcük/Gözlementepe, Leyla Navarro ve ekibi çadırkentteki aileleri tek tek dolaşarak psikolojik danışmanlık sağlıyor.

Gözlementepe’nin coğrafi yapısı da işleri iyice zorlaştırıyordu. Malzemeler kamyonlarla yamaçtan yukarı taşınıyor, depolanıyor, oradan da dağıtılıyordu. Yağmurda kayganlaşan toprak, yazın yakıcı sıcak, kışın don; her şey dağıtım çalışmalarını neredeyse imkânsız kılıyordu.
Ama yılmıyorduk. Bir grubumuz çadır okulda çocuklarla ilgileniyor; oyunlar oynuyor, ders anlatıyor, resim yapıyordu. Diğer grubumuz çadırkentte yaşayanların gıda, giysi, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılıyordu. Psikologlarımız, sosyologlarımız, doktorlarımız her çadırı tek tek ziyaret edip; sorunları saptıyordu. Çözüm yollarını gösteriyordu.

Yardımlar konusunda sadece , Değirmendere, Gözlementepe ile sınırlı kalmıyorduk. Başaran’ı Land Rover’la çevre çadırkentlere gönderiyorduk. Oralardaki ihtiyaçları tespit ediyor, elimizde fazlası olan malzemeleri onlara ulaştırıyorduk. Bizim için dayanışma, sadece bulunduğumuz alanla sınırlı değil, tüm bölgeyle ilgiliydi. ihtiyaç fazlasını da ihtiyacı olanlara dağıtmalıydık. Çünkü onlar için hayatiydi.
Tüm bu süreç bize şunu öğretti: Deprem yalnızca binaları değil, yaşamın tüm düzenini yerle bir ediyor. Biz gönüllüler, o düzeni yeniden kurmak için çabalıyoruz. Yağmurda, balçıkta, sıcakta, ceset kokuları arasında, yangınlarda, artçılarda… Her şeye rağmen ayakta kalmaya çalışıyoruz.
Ve şunu çok net gördük: Biz orada sadece yardım etmedik. İnsan kalmanın, insan gibi davranmanın, vicdanlı olmanın ne kadar değerli olduğunu anladık. Eğer bu temel değerlere sahip değilsek, doğa karşısında hiçbir şeyin anlamı kalmıyor. Gölcük’te en zenginimiz de, en fakirimiz de; en güzelimiz de, en çirkinimiz de aynı mezarlığa gömüldü. Başka da hiç bir şeyin anlamı kalmadı.
****
Bölgede yapılan bir toplantı. Türkan Saylan, Halil Özen, Zafer Polat, Ersin Bal…

Basında; ÇYDD ve Rehabilitasyon Merkezleri…
Tabi biz deprem bölgesine gönüllü olarak gelmiştik; Ama verdiğimiz mücadele sonunda bölgede kurduğumuz Rehabilitasyon merkezleri basının ve uluslararası tv kuruluşlarının da ilgisini çekiyordu. Depremle ilgili yüzlerce manşet atmış gazeteler ve gazeteciler bu defa da bizim bulunduğumuz yerleri ziyaret ediyor ve bölgeye destek olmak için çırpınıyorlardı. İşte o onurlu gazetecilerden bir kısmı….
Milliyet Gazetesi,

Altan Öymen: “Sivil toplum örgütlerinin devletten daha dinamik bir organizasyon olduğu görüldü.”
Altan Öymen, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Merkezini ziyaret ederek Türkan Saylan ile görüştü. Öymen; depremin, devlet yapılanmasının hazırlıksızlığını çıplak biçimde gösterdiğini; buna karşı sivil toplumun çok daha dinamik organize olduğunu vurguladı.
ÇYDD’nin sahada çok merkezli ve planlı çalıştığını; aynı zamanda sosyolojik araştırma yürüttüğünü belirtti. Yeniden yapılanmanın zorunluluğuna dikkat çekti. 04.09.1999
Milliyet (Pencere),

Milliyet Gazetesi yazarı Melih Aşık haberinde, sahadaki yerel yönetim katkıları ile gönüllülerin omuz omuza çalışmasını anlatıyor. ÇYDD Gözlementepe Kreşi’nin ≈500 çocuğa hizmet verdiğini, yardımların azaldığını ve ihtiyaçların Tuzla Şubesi üzerinden karşılanabileceğini not düşüyor..
Kreşin gereksinim duyduğu yardımların neler olduğunu ÇYDD Tuzla Şube Başkanı Halil Özen’den öğrenebilirsiniz.” diye yazıyor. Eylül, 1999
Milliyet Gazetesi,
Zeynep Oral: “Yıkıntılar, yokluk içinde çiçekler açıyor.”
Zeynep Oral haberinde; Değirmendere kıyısındaki yıkım tablosu içinde çocukların “iki’de okula gideceğiz” heyecanını ve Cengiz Topel’i “eskisinden güzel” yapma kararlılığını anlatıyor; Kırklareli 65. Piyade Tugayı’nın kurduğu fırının günde 5000 ekmek üreterek dağıtımını yaptığını aktarıyor. Eylül,1999
Sabah Gazetesi,
Oya Çolpan: “3–15 yaş arası 900 çocuğun ruhlarındaki yaraları sarılıyor.” Haberde Gözlementepe Kreş/Rehabilitasyon Merkezi’nin 3–15 yaş aralığında ≈900 çocuğa oyun ortamında travma desteği sunduğu; çadır ve malzeme desteğinin perakende ortağı tarafından sağlandığı; eğitim hizmetinin ÇYDD’ce yürütüldüğü ve 8. Mekanize’nin kurulum–lojistiği üstlendiği aktarılıyor.
Programın okullar açılana dek sürmesi hedefi vurgulanıyor. Ekip bileşimi: 3 psikolog, 14 öğretmen, 11 gönüllü, 1 doktor, 1 hemşire (+ dönüşümlü 11 gönüllü psikolog). Oya Çolpan: “Kreş’te 500 çocuğa eğitim vermeyi amaçlamıştık, sayı 900’e ulaştı… Burası okul oldu; kamp kalkana kadar sürmesi gerekiyor.”dedi. (Haber: Ali Özdeğer; Bülent Tavlı; Neslihan Sözren, 05.09.1999)
Superonline
Oya Çolpan: “İlgiye muhtaç kalan çocuklarımızı kurtarmak için en az bir yıl hizmet vermemiz gerekiyor.” Haberde, ÇYDD Değirmendere Sahra Okulu’nda resim–müzik ve psikoeğitim eşliğinde ≈700 çocuğa ulaşıldığı; kapasitenin 1000’e çıkabileceği aktarılıyor. Psikolog Çolpan’ın değerlendirmesine göre deprem öncesi aile içi şiddet ve eğitim yoksunluğu ile sarsılmış çocuklarda travma tepkileri keskin; uzun soluklu destek şart. Ailelerin de eğitime katılması gerektiği vurgulanıyor. Eylül.99′

Cumhuriyet Gazetesi / Arif Kızılyalın
Mavi çadırın içinde bir ‘oyun okulu’ /
Halil Özen (ÇYDD Tuzla Şube Bşk.; Proje Sorumlusu) : “0–12 yaş arası çocukların en az ekmek ve süt kadar psikolojik desteğe ihtiyacı var”
17 Ağustos’un ardından yardımlar hızla sahaya yönlendirilirken Tuzla Şube, 7. günde Değirmendere’ye inip iki merkez açtı; 1 Eylül’de Gözlementepe’de 9 sınıflı birimi devreye aldı.
Bir haftada ~1300 çocuğa ulaşan programda ~60 gönüllü dönüşümlü görev yapıyor; sanat–oyun–drama ve yazı çalışmalarıyla çocukların korkularıyla güvenli biçimde yüzleşmeleri hedefleniyor.
Plan, çadır sınıfları prefabrike taşımak ve okullar açıldığında kreş/anasınıfı/etüt ile sürdürmek; eş zamanlı olarak kadınlara üretim/kurs desteği sunmak. “Az” görünen 1300 çocuk için bile “deniz yıldızı” etkisi vurgulanıyor. “Onlar bizim deniz yıldızlarımız. Biz okyanusa bir taş attık; bu taşın yarattığı halkalar umarız çok uzaklara dek gider.”deniliyor.10.09.1999

Ertuğrul Akalın — Değirmendere Belediye Başkanı
“Çağdaş Yaşam Destekleme Derneği Tuzla Şubesi’nin başlattığı ve Mehmetçik ile Kızılay Çadırkentlerde kurulan Rehabilitasyon Merkezi, çocukların normal yaşama daha kolay dönmeleri için çalışmaktadır.”
Belediye, kentin geleceğini bilimsel temellere dayandırmak için danışma kurulu oluşturdu. Konuşmada, ÇYDD Tuzla Şubesi’nin Mehmetçik ve Kızılay Çadırkentlerinde kurduğu Rehabilitasyon Merkezlerinin; çocukların normal yaşama dönmesini kolaylaştırmadaki rolü ve ebeveynlerle kurulan düzenli takip vurgulandı
Çalışmalar, 17 Ekim’den itibaren Uludağ Üniversitesi öğretim elemanları ve öğrencilerinin desteğiyle kurumsallaştığı Değirmendere Belediye Başkanı Ertuğrul Akalın’ın Depremin 1. yıl değerlendirmesinde haberleştirildi
Böyle yüzlerce manşet, köşe yazısı ve haber yayınlandı gazetelerde. Gazeteciler her zaman en vicdanlı haberleri yaparak bölgeye dikkat çektiler. Halkın ve yetkililerin gözlerinin bölgede olmasını sağladılar.
Onlar gerçekten de halkın dostları olarak üzerlerine düşen her şeyi yapmaya çalıştılar. Gazetecilere minnet borçluyuz. Hürriyetten Ali Dağlar, Milliyetten Zeynep Oral, Melih Aşık, Cumhuriyetten Arif Kızılyalın, Emre Kongar Hürriyetten Yalçın Bayer başta olmak üzere hepsine teşekkür ediyoruz. Bu ülkenin bir ferdi olmak; böylesi vicdanlı gazetecilerin bulunduğu bir ülkede yaşamak biz yurttaşlar için de büyük bir onur ve aynı zamanda güvencedir.
Gönüllülerin ve Yardımseverlerin Gözünden 1999 Depremi Çalışmaları
1999 Marmara Depremi’nin ardından, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) gibi sivil toplum kuruluşları, devletin yetersiz kaldığı noktalarda hızla harekete geçerek yaraları sarmaya çalışmıştı.
Bilecik- Eskişehir Veterinerler Odası Başkanı Gönüllümüz Deniz Gürer: “Çocuklar için oradaydık ama gördük ki dinazorlaşmış resmi kurumların yardım boşaltma, dağıtma, depolama işlerini yapacak kimse yok!”diyerek resmi kurumların durumunu çarpıcı biçimde herkesin yüzüne vuruyordu.
Bu çabaların en önemli parçası olan gönüllüler ve yardımseverlerin, çadır okullarımızda gönüllülerin ve ziyaretçilerin eleştirilerini, duygu ve düşüncelerini yazmaları için bulundurduğumuz günlüklere yazdıkları yazılar ve hem mektuplarla kişisel deneyimlerini hem de sahadaki genel durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiler. Onların satırları, sadece bir afetten sonraki zorlukları değil, aynı zamanda insan ruhunun direncini, dayanışmanın gücünü, daha iyiye yönelik eleştirileri ve umudun nasıl filizlendiğini de anlatıyor.
Gönüllülerin Gözünden Sahadaki Durum
ÇYDD’nin Gölcük’te kurduğu çadırkentlerde gönüllü olarak görev alan birçok kişi, organizasyonun hızlı ve etkili çalışmasından övgüyle bahsederken, bazı aksaklıkları da dürüstçe dile getirdi. Şenay Alpay ve Burak Kıçıkoğlu gibi gönüllüler, ilk geldiklerinde duydukları tedirginliğin yerini “oldukça rahatlatan” bir organizasyona bıraktığını belirtirken, Derya Duyar da “ekip arkadaşları ile gerekse öğrencilerle iyi diyaloglar kurulduğunu” ve “herkesin son derece özverili” çalıştığını vurguladı.
Ancak bu övgülerin yanında yapıcı eleştiriler de vardı. Uğur Karakaya, mutfaktaki düzensizliğe ve yiyecek stoklarındaki sıkıntılara dikkat çekerken, Tahir, Alper ve Gönül Şentürk, özellikle plastik ve kağıt tüketiminin “inanılmaz boyutlarda” olduğunu belirterek kalıcı çözümler önerdi. Nergis Sönmez’in notlarında yer alan, bir gönüllünün “rehabilite merkezi mi, okul mu, depo mu ne olduğunu anlayamadım” diyerek yaptığı tespit, sahadaki rol karmaşasını net bir şekilde gösteriyordu. Ayrıca sınıfların ses geçirmesi de bir gönüllü tarafından eleştiriliyor; biran önce bir çare bulunması gerektiği belirtiliyordu. Bu tür notlar, büyük bir felaketin ortasında, planlı ve sürdürülebilir bir sistemin ne kadar hayati olduğunu ortaya koyuyordu.
Tabi bu eleştirilerin hemen hemen hepsi haklıydı. Ama, 1200 metre kare naylondan oluşan bir çadır okulda ses sorunu olmaması mümkün mü idi? Yani orada bu işi yapabildiğimiz kadarıyla yapacaktık. Bu sorunu biz de bildiğimiz için büyük yaştaki öğrencilerden izci grupları kurmuştuk; hava iyiyken onlar dışarıda oluyorlardı. Ayrıca bazı sınıfların iyi havada bahçede ders yapmasını sağlıyorduk ki; birer sınıf boş olursa ses sorunu bir nebze de olsun çözülürdü.
Şimdi bakınca tek tük de olsa, eleştirel yaklaşanların haklı olmadığını düşünüyorum. 2 ya da 3 hadi bilemediniz 5 günlüğüne depremin 1. hatta 2. ayından sonra gelenlerin yaptığı eleştiriler genellikle gerçeklerden kopuk oluyordu. Yani çadır okulda ses sorunun olması gibi. Ya da çocukların çok haylaz olmaları ve isyankar olmaları gibi…Ya da neden mutfağın içinden geçilerek dışarı bahçedeki prefabrik tuvalet ulaşılıyor gibi….( Çadırın bahçeye 3 çıkışı vardı. Ama en kestirme olanından çıkmak istendiği için bu eleştiri yapılmıştı!!!)
Bazı eleştiriler de sanki 3- 5 günlüğüne gelinmemiş; ve orada uzun süre kalmaya karar verilmiş gibi yapılan eleştirilerdi. Burası okul mu?, Burası Depo mu?, Burası Rehabilitasyon Merkezi mi?, gibi bazı kendisiyle kavgalı gönüllüler saçma sapan gündem ve güncelle uyuşmayan eleştirilerde bulunuyorlardı. Tabi ki bizim bulunduğumuz yerler hem depoydu, hem okuldu, hem de aileler için birer rehabilitasyon merkezleriydi. Ama mecburiyetten böyleydi. Zaten böyle olduğu için övünüyorduk. Hepimiz seferber olmuştuk; ama tek tük de olsa bazı gönüllülere yaranamıyorduk. Oysa yapmaları gereken sadece kalacakları 3-5 günde huzurla verebileceklerini vermek ve sorumluluklarını yerine getirmekti.
Ama asla onla yetinmeyerek; deprem bölgesine aylar önce gelen ve rehabiltasyon merkezilerini kuran insanları duyarsız olmakla eleştiriyorlardı. Tabi bu hiç birimiz için kabul edilemez bir şeydi… Kimsenin bilmediği zorluklar yaşamış ve onlara katlanmıştık. Ve de bizi mecbur eden hiçbir şey olmadığı halde aylardır bölgedeydik. Çünkü biliyorduk ki, biz yani ilk 3 gönüllü grupla gelen ve en duyarlı ve fedakar insanlardan oluşan ve kalıcı olan kadrolar olmazsa; orası asla ayakta kalamazdı.
Gönüllümüz Birkan Tunç: “Uzun bir yoldan geçtik. (…) Bu yol üzerinde tabi ki ayağımıza takılan taşlar oldu ancak aramızdaki dostluk o kadar büyüktü ki bunlar ufak çakıllar olmaktan ileri gidemediler. Bu yüzdende bunları yazma gereği bile duymadım. Bu bir buçuk aylık sürede tanıştığım insanların hepsine teker teker teşekkür”diyerek hislerimize tercüman oluyordu.
Gönüllüler Ne Düşünüyordu?
Gönüllülerin mektuplarında en çok öne çıkan duygu, yaptıkları işin “denizde bir damla” olduğu bilinciydi. Neslihan Saygın, çocuklara ayakkabı ve çorap dağıtmanın onu mutlu ettiğini ancak bunun “çözüm değil, okyanusta bir damla” olduğunu dile getirerek, kalıcı toplumsal çözümlere olan ihtiyacın altını çiziyordu.
Filiz Eryılmaz gibi bazı gönüllüler ise bu dönemde eleştiriden ziyade yardıma odaklanılması gerektiğini savunuyordu: “Burada kendi kibrimizi tatmin etmeyelim arkadaşlar. Biz onlara yalnızca yardım etmek için kendi ülkemizde kendi insanımızın yaşam koşullarını paylaşmak için buradayız.”
Bu derin düşüncelerin yanında, pek çok gönüllü, depremzede çocuklarla kurdukları bağdan ne kadar etkilendiklerini de paylaştı. Nilüfer Köseoğlu, çocuklarla öğretmen-öğrenci ilişkisi yerine arkadaş gibi davrandıklarını ve bunun “daha doğal” sonuçlar doğurduğunu yazdı. Birkan Tunç, “Cengiz Topel, Gözlementepe bana çok şey öğretti” diyerek bu deneyimin kendisini olgunlaştırdığını, Meltem Keskin ise çocuklarla yaşadıkları “kahkaha krizlerinden” duyduğu mutluluğu dile getirdi.

Yardımseverlerin Gözünden Mucize Bir Çadır
Sadece gönüllüler değil, çeşitli kurum ve kuruluşlardan gelen yardımseverler de ÇYDD’nin çalışmalarına tanıklık etti. CarrefourSa Halkla İlişkiler Müdürü Dennis, yıkıntıların ortasında bir mucizenin gerçekleştiğini anlattı. O, malzeme yokluğuna rağmen Halil Özen liderliğindeki gönüllülerin, ellerindeki küçük imkanlarla “Mavi Çadır”ı nasıl dört günde 900 çocuğu ağırlayacak bir okula dönüştürdüğüne şahit oldu
Eskişehir- Bilecik Veteriner Odası Başkanı ve ilk kurucu grup gönüllümüz Deniz Gürer, Prof. Dr.Klaus Liebe Harkort ve deprem bölgesi destekçimiz Taci Yücedere’nin bölgeden döndükten sonraki duyguları…


Taci Yücedere adlı bir başka yardımsever ise ÇYDD ile tanışmasını “içinden hiç kimseyi sağ çıkaramadığımız bir apartmanın enkaz kaldırma ve arama çalışmaları sırasında” yollarının kesiştiğini anlattı.

Taci Yücedere, Cengiz Topel İlkokulu’nda gönüllülerin çocuklara “bir anne-baba şefkatiyle yaklaşmalarını” ve Kızılay’ın geç kurduğu çadırkentte gösterdikleri “olağanüstü çabayı” hayatı boyunca unutmayacağını belirtti. O, bu deneyimden sonra kendi çocuğunu da bu bilinçle yetiştirip, ÇYDD gibi “hiçbir menfaat gözetmeden çalışan” sivil toplum örgütlerinin yanında olmasını sağlamayı hedeflediğini yazdı.
Gönüllülerin Övgüleri ve Vurguları
Gönüllülerin satırlarında, ÇYDD’nin ve alandaki koordinatörlerin çabalarına yönelik büyük bir saygı ve takdir vardı. Fatma Yanyan, ÇYDD’deki çalışmaları “çok duygulandırıcı” bulurken, Nuran Güllüoğlu “el ele birlikteliğin çoğalarak büyümesi” dileğini paylaştı. İsmi belirtilmeyen bir gönüllü, Oya Hanım’ı ve Cem Bey’i “kanatsız melekler” olarak tanımlayarak, onların özverili çalışmalarına hayranlığını ifade etti. Rıza Bengi, ÇYDD’nin “dikenler arasında bir gül bahçesi yarattığı için şükredilmesi gereken” bir umut kaynağı olduğunu belirtti.
Bu notlar, sadece bireysel birer tanıklık değil, aynı zamanda kolektif bir ruhun da kanıtıydı. Jülide Çeliker, ÇYDD’nin tanıtımının çok zaman aldığını belirtse de, yapılan işin değerini vurguluyordu. Filiz Babalık, beş günlüğüne geldiği bu yerde beş yıl yaşamış gibi hissettiğini ve kalbini burada bıraktığını yazarken, Aykut İlter de hüzün ve sevinci bir arada yaşadığını belirterek tekrar geleceğinin sözünü veriyordu. Gönül Kaya ve Şengül Çabuk gibi tecrübeli isimler de gençlerin omuzladığı sorumluluktan duydukları umudu ve kendilerinin verdiklerinden çok daha fazlasını aldıklarını ifade ediyordu.

Çiğdem Yenidoğan, sosyolog kimliğiyle sahada gözlem yaparken çocukların sevgiden nasıl etkilendiklerini yazdı. “Yüzlerce çocuğa ailelerinde görmediği ilgiyi gösterdik. Sevginin küçük yüreklere verilebilecek en iyi ilaç olduğunu biliyorduk.” Onun satırları, aslında hepimizin ortak duygusuydu: sevgi, enkazdan daha güçlüydü.
Üniversite öğrencisi Cihan Bingöl, ayrılırken şöyle yazmıştı: “Buraya geldim, şimdi dönerken aynı insan değilim… Hepsi birer ağaç ve hep beraber orman gibiydiler.”
Bu cümle, kolektif emeğin resmiydi. Gerçekten de, hepimiz orada birkaç ayda yıllar kadar olgunlaştık.

Sonuç olarak, 1999 deprem bölgesinde görev yapan gönüllüler ve yardımseverler, yalnızca fiziksel yardım sağlamakla kalmadı, aynı zamanda umut ve insaniyetin de taşıyıcısı oldular. Onların notları, felaketin ortasında bile filizlenen dostlukların, dayanışmanın ve insanlığa olan inancın en güçlü kanıtlarıdır.
Bu notlar, bize bir kez daha, siviltoplumun ve gönüllülerin, zor zamanlarda bir araya gelerek ne kadar büyük farklar yaratabileceğini gösteriyor.
Sürecek…


